26 Temmuz 2011

Pitgirisi.com

Bir süredir, hatta aslında gereğinden fazla uzun bir süredir, bu blogu daha derli toplu bir platforma taşımak, ülkede saçma internet yasaklarından kurtarmak ve sizlere daha güzel bir platform sunmak için çalışmalar içindeydim. Sezon daha başlamadan başlayan çabalarım, bir süre önce gayriresmi, dün de resmi olarak meyvelerini vermiş bulunuyor. Artık bu blogun asıl adresi www.pitgirisi.com

Burada bana çok çok önemli katkılar yapan, hatta onlar olmasa bu aşamaya gelemeyeceğim iki insana da gani gani teşekkürü borç bilirim. Birincisi Pit Cafe'nin yazarı ve sahibi, sevgili arkadaşım Akay Perker. Uzun pizza geceleri, bol bol hüsran ve geyikten sonra dün gece artık son 100 metreyi de yanımızda bir kova tavukla geçirdiğimiz insan. Kendisinin güzel blogunu da herkese tavsiye ederim, Blog Ödülleri'nde de ikinci olmuştu en son yanılmıyorsam.

Akay ile takıldığımız noktalarda ise bize en kritik teknik yardımları yapan, bizden önce aynı temayı kendisi yüklemesiyle bizim geçtiğimiz yollardan şu an dönen ve kişisel olarak Türkiye'nin en iyi Formula 1 blogu/sitesi diyebileceğim efBir'in sahibi Ali Ünal'a buradan sonsuz teşekkürler. Kendisi olmasa bizim daha 40 kova tavukluk işimiz vardı. Tekrar tekrar teşekkürler.

Bir süre önce teknik aksaklıklarla da olsa yayına aldığımız ama kendine gelene kadar resmi açılışını yapmadığımız siteye artık hepinizi bekliyorum. Bu blogu silmeyeceğim, her zaman kalacak ama asıl yer artık orası. Sizlerle Pitgirisi.com'da görüşmek üzere...

22 Temmuz 2011

Yarışma: Almanya GP

Biraz geç kalmış da olsam Almanya GP'sinin yarışması ile karşınızdayım. Kusura bakmayın, işlerin ciddi yoğunluğundan dolayı kafamı kaldıramamış ve yazıyı yazamamış bulunuyorum. Antreman turlarından ilki de zaten şu dakikalarda koşulduğu için "antreman turlarından önce tahmin yazın" kaidesi geçerli değil :) Siz yine de elinizi çabuk tutun, sıralama turlarının başlangıcına kadar tahminleri yapın.

Benim tahminlerim şöyle:

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel, Alonso, Hamilton
EHT: Alonso

Vettel'in kendi evindeki yarışı, bir önceki yarışı kazanamamış olmanın verdiği hırsla alacağını düşünüyorum. Yine de Ferrari'nin gelişim hızını ve eski difüzör kurallarına dönülmesiyle Mclaren'in hızlanacağını da göz önünde bulundurmak lazım. Eğer bir de hava yağışlı olursa Kanada GP misali tırnak yediğimiz bir yarış olabilir.

Bu arada sizlere bu vesile ile bir kaç hafta önce yaşadığım Nürburgring maceralarını da hatırlatmak isterim, buradan buyrun.

15 Temmuz 2011

Audi Le Mans

Motorsporları, güzel anlatıldığında bütün Hollywood filmlerinden daha iyi olabiliyor. Bu da Audi'nin, bu seneki zorlu Le Mans zaferini derlediği videosu. Gerçekten çok güzel olduğu için, çok yaptığım bir şey olmasa da kısa bir post atıyorum. Videoyu dikkatimize getirdiği için Yalçın Pembecioğlu'na da bol teşekkürler.

13 Temmuz 2011

Yarışma: Ingiltere Sonrası

Valencia'dan sonra ilaç gibi geldi Silverstone gerçekten; Alonso'nun geliştirilmiş Ferrari'si ile aldığı sonuç, Massa ile Hamilton'ın çekişmesi ve geleneksel hale gelen Silverstone sonu Red Bull radyosu mesajları... Ama belki de bu haftasonunun en büyük olayı egzostlar hakkında hiç durmadan değişen kurallar oldu. FIA, kaş yapayım derken neredeyse göz çıkarıyordu. Henüz videosunu bulamasam da bu konu hakkında Christian Horner ile Martin Whitmarsh'ın atışmasını izlemek isterim açıkçası, bu tip şeyler çok fazla vuku bulmuyor. Neyse ki antreman turları arasında gidip gelen kural değişiklikleri, karşı çıkan son takımlar olan Ferrari ve Sauber'in de oluruyla Valencia'daki seviyesine çekildi ve sezon sonuna kadar öyle kalacak. Bu da demek oluyor ki egzost beslemeleri var ama sıralama ile yarış arasında "engine mapping" değiştirmek yok. Bunun şampiyonaya etkisini görücez önümüzdeki yarışlarda.

Bizim yarışımamıza girmeden önce ameliyat olduğunu beyan eden Çekirdekçi Tayfa'ya geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Bizim yarışmada Alonso galibiyeti ve Webber polü, hemen hemen herkesi yatırdı. Kilit nokta Alonso'nun EHT'yi yapacağını tahmin etmekti, onu da Keyser Soze ile Nazlı yaptı. Onun dışında puanlar oldukça yakın.

Keyser Soze: 37+4=41
Sukullacı: 31+2=33
Sinanko: 29+3=32
Çekirdekçi Tayfa: 29+2=31
Nazlı: 24+5= 29
Cihan: 25+0= 25

Görüldüğü üzere ikincilik yarışında puanlar oldukça yakın. Keyser Soze ise adeta bir runaway bride gibi puanları kapıp kaçıyor. Tahmin yapmayı unutan Cihan ise maalesef bir adım geride kaldı.

Bir sonraki yarış 24 Temmuz'da Nürburgring'de (o küçük F1 pistinde, diğerinde değil).

11 Temmuz 2011

Die Grüne Hülle!

F1.com'da Fantasy Formula diye bir bölüm var, takip ediyorsanız görmüşsünüzdür. Burada Formula 1 pilotlarına bazı enteresan sorular soruyorlar, cevaplarını alıyorlar ve siteye yüklüyorlar. Sorulardan biri ¨hayatınız boyunca bir tek pistte araç yarıştıracak olsanız dünyanın hangi pistini seçerdiniz?¨. Bir sürü cevap var tabi ki ama bana garip gelen şey bir tek pilotun Nürburgring Nordschleife dememiş olması. Çünkü eğer bu soru bana sorulsaydı cevabım çok net bir şekilde o olacaktı.

Geçen hafta Rock Werchter festivalini izlemeye Belçika'ya, oradan da yakın bir arkadaşımı ziyarete Köln'e gittim. Ve hazır buralara kadar gelmişken, bir hayalimi daha gerçekleştirmeye karar verdim. Köln'den arabaya atlayıp yaklaşık 90 km güneydeki Nürburgring Nordschleife pistine gitmeye karar verdik Andreas ile.

Andreas'ın kız arkadaşının Nissan Micra'sını alıp yola koyulduk. Alman autobahn'ları, hız limiti olmamasıyla gönülleri alsa da nedense beni pek etkilemedi. Herhangi bir asfaltı düzgün otoban gibilerdi. Ama piste yaklaştıkça, pistin ruhunu her tarafta varlığını hissediyorsunuz. Otobanın üstünde Nürburgring tabelaları, kocaman panolarda pistte her hafta neler olacağı yazılı. Çıkıştan çıkıp Alman kırlarına girdiğinizde ise bir anda manzara değişiyor. Göz alabildiğine yeşil tonlarıyla bezeli pastoralliklerin arasında bir gidiş bir gelişlik yol ve yol üstünde binlerce modifiyeli Porsche'lar, Caterham'lar, BMW'ler ve niceleri. Bir anda araç skalası, bir yarış pistini andırmaya başlıyor.

Nürburgring, adını içinde bulunduğu (aslında çevrelediği de diyebiliriz) Nürburg kasabasından alıyor. Kasabanın geçim kaynağı pist. Evlerin yarısı otel ve her duvarda yarış arabaları çizimleri var. Ayrıca kasabanın hemen çıkışında Aston Martin, Jaguar, Dunlop, Bridgestone gibi önemli markaların büyük test merkezlerini görüyorsunuz. Buradan araçlar, piste geçiyolar ve test yapıyorlar. Ve görüyorsunuz ki herkes motorspor aşığı.

Biz buralardan geçip kasabanın öbür tarafındaki Rent Race Car adlı firmaya gidiyoruz. Bir sürü yer gibi, burası Nordschleife'de kendi aracını kullanmak istemeyenlere yarı-yarış otomobilleri kiralıyor. Nissan Micra'yı severiz, bir sıkıntımız yok o konuda ama oralara gidip Nürburgring'in hakkını vermek için farklı bir şey kullanmamızın elzem olduğu ortada. Kısa bir tanıtım ve kurallar toplantısından sonra yeni bebeğimizle tanıştırılıyoruz: VW Scirocco. 220 beygir, semi slick lastikler, yarış frenleri (seramik değil ama maalesef), roll-bar, aerodinamik eklemeler. Yani bir R8 olmasa da bildiğiniz Scirocco da değil.

Ilginç bir kaç noktayı burada belirtmeliyim. F1 pistine değil ama orjinal, Yeşil Cehennem denilen Nürburgring'in Nordschleife versiyonuna parayı basıp girebiliyorsunuz. Bu, genel olarak dünyadaki diğer efsane pistlerde çok kolay olacak bir şey değil. Bu yüzden her gün saat 5'ten sonra Touristfahren (Tourist Ride) denilen bir olay oluyor. Bizim de kullandığımız okazyon buydu. Ama bunun dışında yarım günlük paketler de alabiliyor ve istediğiniz aracı kullanabiliyorsunuz. Hatta araç kiralamanıza gerek yok, kendi aracınızla da piste çıkabiliyorsunuz. Bu sırada size kask vermiyorlar, isterseniz veriyolar. Ama kamera çekimi yasak. Daha önce isteyen istediği gibi kameraya çekebiliyormuş ama bazı kazaların Youtube'a koyulmasından sonra böyle bir yasak getirilmiş. Mantıklı, ama buralara kadar gelmiş bizi durduramazlar tabi ki.

Devam. Araca biniyoruz, daha Rent Race Car'dan çıkmadan ilk farkettiğimiz şey frenlerin çıkardığı ses. Hayatımda ilk defa yarış freni takılı bir araç kullandığımı farkediyorum o anda. Ama yine de herşeyin doğru olduğundan emin değilim, frenler inanılmaz yüksek bir ses çıkarıyor sanki. Kilometreler ilerledikçe hem ben alıştım hem de sürüş sırasında çok keyifli bir his verdi bu frenler.

Nordschleife'ye hakim olanlar için açıklayayım, bir tur başlangıcı pistin kısa start-finiş düzlüğünde değil, arkadaki uzun düzlüğün ortasında. Bu demek oluyor ki arka düzlüğünün tamamını kullanamıyorsunuz, ortasında sağa girip sıraya yerleşip manyetik okuyucuya kartınızı okutmanız ve tekrar piste konilerin arasından dönmeniz lazım. Belki de Nordschleife deneyiminin en tatsız tarafı buydu. Ama o kadar da olacak.

Pisti viraj viraj anlatmayacağım, onu aşağıdaki videoda yapıyorum zaten. Ama Gran Turismo'da bol bol oynadığımdan dolayı ezbere bildiğim pisti, oyun ile karşılaştırayım biraz. Itiraf etmem gerekir ki GT ekibi, pisti inanılmaz bir gerçeklikle oyuna yansıtmışlar. Herşey çok doğal geldi. Bir kaç farklılık da yok değil tabi ki. Mesela pistteki irtifa değişimleri, oyundakinden çok daha dramatik. Muhtemelen oyun, o kadar iniş çıkışlarla yapılsa oynaması ciddi zor olabilirdi. Özellikle pistin 3. sektöründeki inişler çıkışlar insana bir roller coaster yaşatıyor sanki. Bunun dışında oyunda bazı kaçış alanları, gerçeğinkinden çok daha fazla. Hızlı virajların dışlarındaki o çakıl havuzları yerine minik boşluklar ve kocaman armco'lar görmek biraz tırstırdı.

Bu kadar laftan sonra aslında videoya geçmek lazım. Önce uyarılar: Videoyu izleyince hayal kırıklığına uğradım çünkü kesinlikle yaptığınız hızı göstermiyor. 200 km civarına çıktığınızda bile pek anlaşılmıyor. Onun dışında ben aracı kullanırken videoyu Andreas çekiyor. Biraz sarsmış kendisi, o yüzden çok süper görüntüler olmadığını itiraf edeyim. Ben bir yandan sürerken bir yandan pisti anlatıyorum elimden geldiğince. Ama Andreas'a ayıp olmaması açısından Ingilizce anlatıyorum affınıza sığınarak.



Izlediğiniz video attığım ilk tur. 4 turluk paketlerden aldık, Andreas bir ben üç tur kullandım. Son turumda da zaman tuttuk. 9' 30''lik turumla aslında hiç fena da yapmadım. Rent Race Car'a geri döndüğümüzde bir kıyaslama yapmak açısından onlara altımdaki araçla iyi bir tur derecesinin ne olacağını sordum. Ilk defa çıkmamı göz önüne aldıklarında 11-12 dakikanın iyi sayılabileceğini belirttiler. Kendi zamanımı söyleyince ¨bize böyle şeyler sölemeyin ama bir yandan da baya iyi bir tur olmuş¨ demelerini egomu yükseltti itiraf ediyorum. Çünkü her ne kadar videosunu görmeseniz de son turda gerçekten sınırlara yakın gidiyordum. Hatta bir viraja fazla hızlı girdim ve yusuf yusuf duvara gidiyorduk, neyse ki girmedik. Aracın yapabileceği en iyi zaman 8 buçuk-9 dakika civarıymış. 9 dakikanın altına inmek için fazlasıyla risk almak ve pistte binlerce tur atmak gerektiğini söyledi oradaki Herr Eğitmen. GT'de yeteri kadar tur attığımı ve virajların hepsini bildiğimi kendisine iletmekten geri kalmadım. Bir dipnot daha: Dün Top Gear'in Nürburgring videolarını izledim. Jeremy Clarkson, bir Jaguar ile 10 dakikada pisti dönüyor.

Itiraf ediyorum, inanılmaz bir deneyimdi. Turlar bittiğinde kan ter içinde kalmış ama başka bir insana bürünmüştüm. Bundan sonra araç kullanmaktan aynı zevki alabilir miyim bilmiyorum, eğer bunu geçecek bir deneyim varsa muhtemelen daha fazla para biriktirip Nürburgring'de daha dehşet bir araç kullanmak olabilir. Ama beynimin bir kısmının Alman asfaltlarında kaldığını ve hala gün içinde bazen attığım turları kafamda döndürdüğümü söyleyebilirim.

Nordschleife seferinden diğer resimleri görmek için buyrun burdan...

10 Temmuz 2011

En Yakın Düşman

(Yazıyı iki hafta önce yazdım ama ancak bugüne bitirebildim kusura bakmayın, konu zamansız olduğu için yine de ekliyorum.)

Motorsporlarında bir pilot olarak kendini kanıtlamanın en önemli kriteri, senle (genelde) aynı ekipmanı kullanan takım arkadaşını geçmektir. Ve pilotlar, bunu başarmak için Makavelist olmaktan hiç bir zaman geri kalmazlar. Tarihin en kanlı bıçaklı takım arkadaşları muhtemelen Alain Prost ile Ayrton Senna'ydı. Aralarında 7 şampiyonluk bulunan iki muazzam pilot, özellikle şampiyonluk için başbaşa kaldıkları zaman birbirlerine karşı bazen gerçek anlamda öldürücü darbeler vurmaktan çekinmediler. Suzuka 89 ve Suzuka 90, böyle bir hikayenin ulaşabileceği en epik noktalar da diyebiliriz.

Montreal'de Button ile Hamilton'ın çarpışması ve Hamilton'ın yarışdışı kalması son derece yumuşak bir şekilde atlatıldı diyebiliriz Mclaren kampında. Ne yumruklaşmalar, ne konuşmamalar. Herşey tatlıya bağlandı (gibi duruyor), Button'ın galibiyetini Hamilton da kutladı vs. Bunun önemli sebeplerinden biri Jenson ile Lewis'in insan olarak da iyi anlaşıyor olmaları. Ama kişisel olarak, bu olayın büyümemesinin en büyük sebebinin, şu anda Mclaren'in şampiyonluk kazanacak durumda olmaması olduğu düşünüyorum. Eğer şampiyonluk iki Mclaren pilotunun arasında geçseydi, bu çarpışmayı hiç bir dostluk müessesi kaldırmazdı. Burada akıllara hemen Istanbul Park 2010 geliyor doğal olarak. Başa oynayan ve şampiyonluk mücadelesi veren iki pilot, takım arkadaşı olsa da, artık arada dostluk pek kalmıyor. O kadar şampiyonluk olarak da düşünmeyin sadece. Toro Rosso pilotları, bu senenin başındaki testlerde aracın iyi olduğu ve her yarış puana oynayabileceği anlaşıldığı an kavga etmeye başladılar. Onların arkasından ateş gibi gelen Ricciardo faktörü de önemli tabi ki. 

Ve daha yeni bir hikayeye gelicem aslında. Bir nevi Prost-Senna hikayesi, bu sefer ralli parkurlarından. Sebastian Loeb. Tanımayanınız yok. Rallilerin efsanesi, son 7 senenin şampiyonu, bu senenin de şampiyona lideri. Sebastian Ogier ise Citroen'deki takım arkadaşı. Geçen sene Citroen'in Junior takımından fabrika takımına yarı zamanlı adım atmıştı, bu sene ikinci pilot oldu. Aynen Prost'un Senna geldiğinde halihazırda şampiyon ve en iyi pilot olması gibi biraz. Geçen sene Loeb, Ogier'in en büyük destekçilerinden biri iken ikilinin arası, Ford'un Ogier'e sezon arasında yaptığı teklif ile hafif bozuldu. Loeb, Ogier'in teklifi kabul etmesi gerektiğini düşünüyordu. Yani bir bakıma genç Fransız'ı istemiyordu. O günden beri Citroen içindeki kaynaklar, iki vatandaşın çok iyi geçinmediğini söylüyor.

2011 sezonunda, kural değişiklikleri de Citroen'i durduramadı ve Isveç Rallisi hariç bütün yarışların ardından Fransız milli marşı çalındı. 3 zafer Loeb'e, 3 zafer Ogier'e. Loeb kazanamadığı yarışlardaki istikrarından dolayı hala Ogier'in 22 puan önünde olsa da (ve aralarında Hirvonen de olsa), bir gün Loeb'ü tahtından indirecek biri varsa o da Ogier gibi geliyor bana ve ralli camiasındaki bir sürü insana. Bu yüzden de takım içindeki gerilim gittikçe artıyor. Ve en son Akropolis Rallisi'nde de bu gerilim had safhaya çıktı.

Ikinci günün sonunda lider giden Ogier, Loeb'ün son günde de yolu süpürmesi için son saniyede yavaşlayarak taktik yaptı. Buraya kadar çok enteresan bir şey yok çünkü rallilerde son yıllarda taktik kullanmak standart oldu. Ama Loeb 'ün isyanı, hem takım arkadaşı olarak Ogier'in bunu yapmasına hem de Ogier'e hedef zamanlar verip ona yardım eden ama kendisine yardım etmeyen takımına. Böylece Akropolis Rallisi'nin son gününde de yol süpürmek zorunda kalan Loeb, sabah etaplarında Ogier'e dayansa da öğleden sonra avantajını yitirerek geçildi.

Loeb, yaş olarak da artık pek genç sayılmaz. Bütün kariyerini Citroen'de geçirdikten sonra bu sene emekli olacağı konuşuluyor. Bir başka dedikodu da ralli parkurlarına uzun bir aradan sonra geri dönecek Volkswagen takımına geçmesi. Prost-Senna benzetmesine dönecek olursak, o sırada daha tecrübeli olan Prost ilk önce takım değiştirip Mclaren'den Ferrari'ye gitmiş, oradan da bir senelik ara vermişti. Ama Williams ile yaptığı geri dönüş, 1993 yılında ona son şampiyonluğunu getirmişti. Loeb'ün vereceği kararlar bakalım ne olacak...

04 Temmuz 2011

Yarisma: Ingiltere GP

Sevgili okurlar, bu sefer gecen sefer yaptigim gibi yarismayi unutmuyorum ve baslatiyorum. Kusura bakmayin, su anda yurtdisinda oldugumdan dolayi cok uzun yazamiyorum ve Turkce karakterler yok ama bu sefer boyle olacak, tekrar kusura bakmayin.

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel, Webber, Alonso
EHT: Vettel

Silverstone'da, butun engellere ragmen, Red Bull'larin kolay kolay gecilecegine inanmiyorum gordugunuz uzere.

Umarim sizler de iyisinizdir, yakinda bir suru yazi ile gelecegim karsiniza; sadece memlekete donmem lazim once. Kendinize iyi bakin.

25 Haziran 2011

Audi grrrrR8

Bir Audi R8 ile Istanbul Park'ta tur atmak... Bu yazı tamamen bununla alakalı. Kullanırken nasıl gülmekten duramadığımız, sırıtmaktan çenemizin ağrıması, beklerken nasıl heyecanlandığımız, aracın içinde nasıl mutlu çocuklar gibi olduğumuz, bittiğinde hala aklımdan kare kare bütün turu ve o motorun sesini tekrar düşündüğüm... Bu ve bunlar gibi bir sürü detay hakkında bu yazı.

Audi blogger'lar olarak beni, Akay Perker'i ve Yalçın Pembecioğlu'nu çağırdığından beri R8'i Istanbul Park'ta kullanacak olmanın heyecanı gün içinde hep yakalıyordu. Ve gün gelip çattığında, yaşadığımız deneyim belki de beklediğimizden de iyiydi.

En başta R8 ve organizasyon... Tek satırda anlatmak gerekirse kullanması kolay bir canavar! Ilk kullandığım arkadan motorlu araç, hem de bir V10. Sürerken araçtaki kameraya Jeremy Clarkson gibi konuşasım ve bir yandan da ¨ow this is incredible, just listen to that noise¨ diyesim geldi. Audi yetkililerinin bize verdiği kısa ama önemli brifingin ardından, işinin ehli eğitmenlerimiz eşliğinde Istanbul Park'a çıktık 3'erli gruplar halinde. Aynen F1'deki gibi pist, 3 bölgeye ayrılmıştı. Buralarda teker teker turlar attık, pisti öğrendik. Daha sonra da tam turlara çıktık. Yani Audi, bilgi ve sunumlarla boğmadan, gerçekten deneyim üzerine yoğunlaşan çok güzel bir organizasyon yapmış, en başta bunun için teşekkürler. Eğitmenlerimiz araçlarından telsiz ile bize an an müdahale edebildiler. Bu esnada apex'leri anlatmalarından, kullandıkları terimlerden, analizlerinden adamların ne kadar ciddi yarışçılar olduklarını anlayabiliyorsunuz. Hatta kendileriyle oturup viraj viraj Nürburgring Nordschliefe konuşabilmek bile kendi başına bir zevkti.

Direksiyonun arkasındaki kulakçıklardan birinci vitese attığınız an sanki araçla bir oluyorsunuz. Pitten çıkıp pistin yukarı çıkan ikinci virajına vardığınızda arkanızda sanki bir fırtına var, sizin kontrol ettiğiniz bir fırtına. Ve viraj için her vites düşürdüğümüz anda çıkardığı seslerle hayal kırıklığını ifade ediyor sanki; hani daha hızlı gidecektik, hadi hadi! Araçlardan çıktığımızda değişik safhalardan geçtik üç blogger olarak zaten. En başta konuşmadık, daha sonra sadece güldük, sonraki safhada ¨hahaha, süperdi, inanılmaz¨ diyebildik sadece. Aracın gücünün fiziksel etkilerinden bahsedersem belki daha açıklayıcı olabilir. Mesela aracın gücü o kadar yüksek ki attığım 12 turda lastiklerin performansının artıp azaldığını hissedebildim; aracın içinde sallanmamak için iki dizimi iki tarafa o kadar sert sabitlemişim ki akşam dizlerim ağrıyordu; Akay 4 hızlı turdan sonra mide bulantısından şikayetçi oldu; konsantrasyondan dolayı dişlerimizi sıka sıka hepimizin çenesi ağrıyordu gün sonunda. Ama yetti mi? Asla...

Ve Istanbul Park... Yıllardır en büyük hayallerimden biriydi ülkemizin F1 pistinde araç kullanmak. Eğer herhangi bir araç kullansaydım, pistin genişliğinden dolayı muhtemelen hiç bir şey anlamayacaktım. Ama arkanıza 525 beygiri oturttuğunuzda derin bir oh be çekiyorsunuz. Keşke çocuklar bizim kadar şen olsa... Mesela startın sonundaki iniş beklediğimden daha dik ve oradan burnunuzu indirmeden ilk virajın apeksini göremiyorsunuz. Yani oldukça kör ilk viraj, yıllardır nasıl bu kadar az kaza oldu startlarda, inanması zor. Hızlanmayla geçilen yokuş yukarı ikinci viraj, tam gaz alınıyor ve R8'in bütün gücünü hissediyorsunuz. Turun en teknik anlarından biri 3-4-5. virajlar. Aslında yavaş ama yükseklik değişimleri sert olan ve çıkışındaki düzlüklerden dolayı çizgiyi güzel oturtmak zorunda olduğunuz bir bölüm burası.

Ve sekizinci viraj. Ilk geçişimde özellikle baya yavaş geçtiğimiz için oranın 8. viraj olduğunu farketmesem bile sonradan kendini belli ediyor. Burayı dörde ayırırsak ilk iki bölümünün aynı derecede geçildiğini söyleyebiliriz, ilk apekse uzaktan ikinciye yakından geçiyorsunuz. Üçüncü bölüm nispeten daha düz, o yüzden direksiyon açısı daha düzleşiyor ama son bölümde apeksi öpmek gerektiği için bir anda dikleştiriyorsunuz açıyı. Buradan da 9. viraja kadar pedalın kapandığı bir yokuş aşağı bölüm var. 8. virajın niye gerçek bir efsane olduğunu buradan geçerken anlıyorsunuz. R8, lastikleri inim inim inletiyor, boyunlar sola yatıyor, her an koptuk kopacağız diye hissetsek de araç hep çizgide kalıyor, üçüncü bölümdeki tümsekli asfaltta bile.

11. viraj belki de pistin en keyifli anlarından biri. Arka düzlüğü ikiye ayıran bu çukur virajda, R8in sınırlarını zorlamamış olsak bile 190 km'deydik. O hızdaki yön değişikliğinin keyfini çok az şeyle açıklayabilirim. Arka düzlüğün sonundaki yavaş virajlar serisi ise aslında arabanın içinde bizi bir sağa bir sola sonra tekrar sağa sallıyordu. Ve oradan start finiş düzlüğü, arkadan koşturan 525 beygir ve sağ pedal. Galiba içimdeki yarışçı ortaya çıktı o gün.

Bol bol resim koyacağım zaten ama iki şeyi daha anlatmam lazım. Biri aracı paylaştığım Akay, kendi turlarını atarken ben de padok alanında yeni A6 ile slalom pistinde ¨asfalt ağlattım¨ biraz. Hiç de küçük olmayan araç ile konilere o kadar dengeli ama bir o kadar çılgın saldırıyordum ki eğer o gün kullandığım diğer araç R8 olmasaydı üstünde uzun uzun yazılabilirdi. Gerçekten yol tutuşu etkileyici, keskin virajlara giriş hızım ile çıkış hızımın sınırlarını aradım ve her turda daha da yukarı çekebildim.

Diğer not ise garajda uykuda bekleyen turuncu R8 V10 GT. Resimlerde de göreceksiniz zaten. Kendisini uykusundan uyandırmak ve kaslarını açmak isterdim.


Audi'ye bize verdiği bu fırsattan dolayı teşekkür ederim. Kendim de bir Audi kullanıcısı olarak oradan bulunmanın keyfi, markanın sosyal medyayı kucaklaması etkileyiciydi. Audi Türkiye'nin facebook sayfası da ayrı güzel, yaptıkları videoları buraya koyamasam da oradan kesinlikle bakmanızı öneririm. Bizimle de röportaj yaptılar ama heyecandan pek fazla bir şey diyememişim maalesef. Yalçın ise döktürmüş, siz onu dinleyin.

Resimlerin tamamı için buraya!




Yalan Olan Valencia Yarışması

Sevgili okuyucular,

Ilk defa bir yarışma postunu yazamadım, sizlerden özür diliyorum. Çarşamba yazısını bugün yazacağım bir etkinliğe davetliydim, perşembe ve cuma da iş için şehir dışına çıktığımdan bilgisayar yüzü göremeyince Yarışma: Valencia GP adlı bir post yazamadım. Zaten Vettel yine pol'ü aldı, hemen hemen herkes de onu yazacaktı. Ayrıca biliyorsunuz ki Valencia çok bayık :)

Neyse, hepinizden özür diliyorum. Silverstone yazısını bugünden yazıp hazırlicam. Kusura bakmayın

17 Haziran 2011

Imola 94 Part 3: Roland

30 Nisan 1994. Saat 1’de başlayacak ikinci sıralama turları için mühendisler, pilotlar ve seyirciler pistte toplanırken medya mensupları Jordan kamyonlarının yanındaydı. Saçları henüz beyazlamamış bir Eddie Jordan’ın yanında gencecik, kolu bandajlı, burnu kırık bir Rubens Barrichello vardı. Daha sonra Rubens ile Ayrton, son kez olduğunu bilmeden ayaküstü muhabbet ettiler. Rubens, Ingiltere’ye gidip yarışı evden izleyeceğini ama Monako’da yarışabileceğini söyledi ve iki vatandaş vedalaştılar.

Senna, cuma günkü ilk sıralama turlarında elde ettiği derece ile hala ilk sıradaydı ama herkesin derdi kendine göreydi Imola’da. Roland Ratzenberger’inki pol değil, Simtek’ini yarışa sokabilmekti. Aracının bütün potansiyelini kullanırken pist dışına çıkmış ve ön kanadı hasarlanmıştı Avusturyalı’nın ama pite girmeyerek bir hızlı tur atmaya daha karar verdi. Start finiş düzlüğü ve Tamburello’yu geçti ama uzun düzlüğün sonundaki Villenueve virajında gevşek ön kanat yerinden çıkarak aracın altına girdi. Artık Roland Ratzenberger, kendi aracında bir yolcuydu. Solundaki dış duvara vurduğunda aracı dağılmış ama pek fazla hız kaybetmemişti. Sonunda araç durduğunda Roland’ın kafası yana yatmıştı. Barrichello’nun kazası ile zaten gergin olan F1 camiası, bu sefer Ratzenberger’in kazasının daha da ciddi olduğunu anında farketti. 

O sırada hızlı bir turda olan Damon Hill, Simtek aracının hemen ardından kaza bölgesinden geçtiğinde araç parçaları ile aracın kendisinin arasındaki mesafenin büyüklüğünden, durumun vehametini anlamıştı. Prof. Sid Watkins’i taşıyan Tıbbi Araç, kaza olduktan 25 saniye sonra Ratzenberger’e ulaştı ama kaskı çıkarılan Ratzenberger’in beyin ölümü gerçekleşmişti bile. Ambulans ile hastaneye yetiştirildi Avusturyalı pilot ama haberlerin iyi olmasını kimse beklemiyordu.

Takım arkadaşı Damon Hill’in aksine Senna, o sırada garajda aracının içindeydi ve kazayı da oradan izlemişti. Ilk şoktan sonra aracından çıktı ve görevlilere ait bir aracın içine atladı. Hemen kazanın olduğu yere gitmek istiyordu. Tamburello’dan geçip Villenueve virajına geldiklerinde araç duruyordu ama Ratzenberger gitmişti. Dağılmış Simtek’i inceledikten sonra yapacak bir şey olmadığından geri döndü ve bir önceki gün yaptığını tekrarladı. Tıbbi Müdahale Merkezi’ne ön taraftan giremeyen Senna, arkadaki çitlerin üstünden içeri girdi, bu sefer karşısında aynı zamanda çok yakın dost olduğu FIA doktoru Sid Watkins çıktı. Sid Watkins: “Ona Ratzenberger’in klinik olarak öldüğünü söylediğimde omzumda ağlayamaya başladı. Bir beyin cerrahı olarak pek çok ölümle karşılaştım ama o sırada farkettim ki Ayrton, ilk defa gerçek anlamda ölümle yüzleşiyordu. Ona (gel yarınki yarıştan çekil, hatta tamamen yarışmayı bırak, beraber balığa çıkalım, kafa dinleyelim) dedim. Bana (bazı şeyler üstünde kontrolün yoktur, bırakamam, devam etmem lazım) dedi”. Odadan çıkarken FIA’nın Medyadan Sorumlu Delegesi Martin Whitaker ile çarpıştı Senna. Whitaker ona ne olduğunu bilip bilmediğini sordu, Senna sadece buz gibi bakışlar attı ve devam etti.

Williams garajına gidip Ratzenberger’in ölümünü Patrick Head ve Damon Hill’e de söyleyen Senna, daha sonra yarış tulumunu çıkardı ve garajdan ayrıldı. Psikolojisi altüst olmuştu. Bu sırada Williams ve Benetton takımları, sıralama turlarından çekildiklerini açıkladılar. Roland ile beraber piste gelen JJ Lehto, Benetton pistinde yere oturmuş ağlıyordu. Damon Hill, eşi ve Senna’nın basın danışmanı Betise Assumpçao’nun oturduğu Williams motorhome’undaki masaya geldi sonradan Senna. Ve tekrar ağlamaya başladı. Hill uzun uğraşlarla onu yerden kaldırana kadar da ağlamaya devam etti. Senna’nın duygusal olarak yıkılmış olmasını uzaktan takip eden Frank Williams, Assumpçao’ya, günün ilerleyen saatlerinde Ayrton ile konuşmak istediğini iletti. O ise polü kazanmış olmasına rağmen basın toplantısına bile gidecek durumda değildi. Normalde ceza gerektiren bu harekete, gün içinde olanları dikkate alan yetkililer, kayıtsız kalmayı tercih ettiler. Yine de Brezilyalı, komiserler karşısına çıktı. Görevli bir aracı izinsiz bir şekilde piste sokturduğu için FIA Daimi Komiseri John Corsmit ile ciddi tartışma yaşayan Senna’nın sinirleri iyice gerildi ve günün geri kalanında kimse onla konuşamadı. Sadece Niki Lauda, pilotların eskiden olduğu gibi birleşip bu tip konularda omuz omuza durması gerektiğini, bunun için de bir sonraki yarış Monako GP’sinden önce toplanılması gerektiğini söyleyebildi.

Castello otelinde devam eden düğüne hiç takılmadan odasına çıktı Ayrton ve ilk yaptığı iş Adriane’yi aramak oldu. Ilk sözleri kendini çok boktan hissettiğiydi, hemen arkasından da tekrar ağlamaya başladı. Adriane, Ayrton’un hala Rubens’in önceki günkü kazasından dolayı üzgün olduğunu düşünüyordu. Ratzenberger’in başına gelenleri anlattı daha sonra Ayrton ve “yarın yarışamayacak durumdayım, bu yarışla ilgili çok kötü hislerim var” dedi. O sırada Lizbon’da olan Adriane’nin Faro’ya gidecek uçağa yetişmesi gerekiyordu, o yüzden çok uzatamadılar. Yapacak bir şey yoktu, olan olmuştu. Her ne kadar gündüz olan kaza akıllarından gitmiyor olsa da Senna ve ekibi, Romagnola’ya, Josef Leberer’in doğumgününü kutlamaya gitti. Ama kimse hiç bir şeyi kutlayacak modda değildi, yemekler yendi ve otele geri dönüldü. Yemek sırasında Ayrton, Josef’e Roland ile ilgili bir çok soru sordu. Ikisi de Avusturyalı’ydılar ve Josef, kışın testler sırasında Ratzenberger ile Senna’yı tanıştıran kişiydi.

200 numaralı suitine döndüğünde kapının önünde bir not buldu Senna. Frank Williams, onu odasına çağırıyordu. FW, konuştukları sırada Ayrton’u çok daha sakinlemiş ve kendine gelmiş buldu. Pilotu, ertesi gün yarışmaya karar vermişti. Yine de Josef Leberer, odasına günlük masajı yapmak için geldiğinde istemediğini söyledi ve onu gönderdi. Daha sonra da Adriane’yi aradı yine. Yarışmaya karar verdiğini, yarışı kazanacağını ve kazandığında da Roland’ın anısına Avusturya bayrağını sallayacağını uzun uzun anlattı. Sevgilisiyle konuşmak, modunu o gün ilk defa yumuşattı. Birbirlerine şakalar yaptılar. Ertesi gün 8.30 gibi orada olacağını, kendisini havaalanında karşılamasını söyledi Ayrton Adriane’ye. Ve telefonu kapadılar. 


15 Haziran 2011

Yarışma: Kanada Sonrası

Yarışı sanki Jessica Michibata kazanmış gibi
Sukullacı'nın yarış sonrası yorumu gibi "ne yarış oldu öyle ya!". Gerçekten tarihe geçecek anlarla dolu efsane bir yarış oldu Kanada 2011. Button'ın lastiklerle olan aşkından dolayı belki bir adım öne çıkabileceğini tahmin edenler hem yanıldı hem yanılmadı. Button hakkaten öne çıktı ama lastik kullanımından çok doğru taktiklerle ve herşeyden önemlisi gerçekten çok iyi bir sürüş ile yarışı kazandı. Biraz kavgalı, biraz kazalı da olsa tabiri caizse yolunu ite kaka açtı ve kesinlikle bu 25 puanı hakketti. Büyük tebrikler.

Bunun dışında Schumacher'in heyecan verici sürüşü, Massa'nın hiç de fena gitmediği bütün yarışı ve Kobayashi'yi son saniyede geçmesi, Toro Rosso'ların aldığı duble puan ve Serhan Acar'ın saatlerce yayında tek başına yaptığı savaş ayakta alkışlanacak türdendi. Bizler de koltuklarımızda süper heyecanlı bir yarış izlemiş olduk.

Bu arada Mclaren'lerin çarpışması Hamilton ile Button'ın kendi aralarındaki konuşma ile büyük sıkıntı yaratmadan atlatılmış gibi duruyor. Muhtemelen yalan da değildir ama bir daha böyle bir şey olması, aynı şekilde karşılanmayabilir. Lewis ile Jenson arasındaki dostluk, joker hakkını kullandı sanki. Bir de Mclaren'in şu anda Red Bull'lara karşı dik durması gerektiği gerçeği var. Eğer takımda, geçen seneki Red Bull vari bir dominasyon olsaydı ve iki pilot birden şampiyonluğa oynuyor olsaydı bu kadar çabuk geçiştiremezdi Martin Whitmarsh ve ekibi.

Bizim yarışmamız açıkçası biraz renksiz oldu bu hafta, çünkü hemen hemen herkes 3 puan alarak kapadı haftayı. Ama zaten lider giden Keyser Soze, 5 puan alarak zirvede gittikçe yalnızlaşıyor. Hemen puan tablosunu yazalım:

Keyser Soze: 32+5= 37
Sukullacı: 28+3= 31
Çekirdekçi Tayfa: 26+3= 29
Sinan Kolat: 25+4= 29
Cihan: 22+3= 25
Nazlı: 21+3= 24

Keyser Soze liderlikte arayı açarken orta sıralardaki çekişme aynı heyecanıyla devam ediyor. Ikincilik için Sukullacı, Çekirdekçi Tayfa ve benim aramdaki mücadelede sadece 2 puan farkı yaratıyorken hemen arkadan gelen Cihan ile Nazlı da bir yarışta arayı kapayabilirler.

 Bundan sonraki yarış 26 Haziran'da Valencia'da. Muhtemelen yağmur yağmayacak bu yarışta, bütün yarış boyunca iki DRS bölgesi kullanılacağından eski yıllara göre daha keyifli olabilecek bir yarış bizi bekliyordur inşallah. Aşağıdaki süper kahramanı da unutmamak lazım.

13 Haziran 2011

Ford Günlerine Dönüş

Bu cumartesi, son iki haftada üçüncü kez Şile taraflarına gittim ama bu seferi diğerlerinden daha farklıydı. En başta evimden alındım, evime bırakıldım; Ford'un güzel organizasyonunda Akay Perker ve Yalçın Pembecioğlu olmak üzere sevdiğimiz diğer blogger arkadaşlarla beraberdik; herşeyin yanında sekiz yıl kullandığım Focus'un yepyeni halini test edebildim.

Kendi ilk jenerasyon Focus'umu hatırlıyorum, zamanı için son derece devrimci bir araçtı hem içten hem dıştan. Sport Trend olarak çift kapılı olan Focus'um, belki şimdi görsem çok sade diyebileceğim bir tasarımdaydı ama o zamanlar, ralli etaplarındaki versiyonunun da etkisiyle, son derece yırtıcı geliyordu bana. Ama bugünkü üçüncü jenerasyon Focus, zamanın getirdiği değişikliklere uyarak çok daha keskin bir görünüşe sahip. LED farlar, ilk anda bana biraz garip gelmiş olsa da şu an düşününce son derece doğal duruyorlar. Iki aracın içi ise tamamen farklı. Benim Focus'umda CDçalar ve sunroof olması bile bir mutluluk sebebi iken artık yenilerde sayılmayacak kadar çok opsiyon, çok daha şımartıcı bir iç tasarımla beraber sunuluyor. En göze çarpan yenilikler ise artık mavi tonlarındaki kadran ve göstergeler ile 6 ileriye geçmiş vites.

Hiç değişmemiş olan şey ise Focus'un kendine has yol tutuşu.

Lavanda Butik Otel'de (ona ayrı bir parantez açıcam yazının sonunda) edilen kahvaltının ardından Ford yetkilileri bize aracı bir sunum ile tanıttılar. Tabi ki herkes kendi çalıştığı yerden sordu. Örneğin Yalçın, aracın ulusal-uluslararası iletişimi ile ilgili sorular sorarken ben, WRC'de artık Focus yerine Fiesta kullanılmasının sonuçları ile ilgili sorular sordum. Ve bütün sorulara cevap aldık. Bu sunumda yetkililerin özellikle bahsettikleri bir konu vardı: One Ford. Yani dünyanın her yerinde yüzde 80 oranında aynı Focus'un üretilmesi ve kullanılması hedefleniyor bu yeni seri ile. Bununla beraber aynı platformda 6 araç daha geliyor. Yani bu, kolay bulunabilir yedek parça ve seri üretimin kolaylaşmasıyla beraber ucuzlayan fiyatlar anlamına da geliyor. Yani bir şekilde Wal-Mart stratejisi var işin içinde: Aynısından daha çok, daha çok, daha da çok. Böylece hem ucuz hem daha kaliteli olabilsin. Son derece mantıklı ve bildiğim kadarınca diğer büyük araba üreticilerinin de belli yol aldığı bir strateji bu. Yani Henry Ford'un izinden inovatif çizgisini devam ettiriyor bugün Ford.

Bize sunum yapan arkadaşların üzerinde durduğu ikinci en önemli konu da normalde Focus'tan beklediğimizden çok daha fazla teknolojiyi bulacağımız. Mesela otomatik park etme (videosu da var), 15 km'nin altındayken otomatik frenleme (onun da videosu var), aracın motor ısısı performansını arttıran aktif ön ızgaralar ve trafikte-ışıkta beklerken kontak kapatıp açan start-stop özelliği. Hayaldi gerçek oldu diyelim bunlar için.

Daha sonra hep beraber deneme sürüşlerine çıktık. Bir önceki hafta ERC etaplarına gitmek için kullandığımız yollardan, sunuma katılan Ford Rally pilotları ile beraber, bu sefer araç test etmek için geçtik. Ya da gazladık diyelim, daha uygun. Bunun videoları ileriki günlerde Ford tarafından bize yollandıkça sizlerle paylaşacağım ama şimdilik size güvenlilik sınırlarını zorlayarak tatlı hızlara çıktığımızı ve bundan son derece keyif aldığımızı söylemekle yetineyim. Gerçekten Focus, o kendine has sürüş zevkinden hiç bir şey yitirmemiş. Bana denk gelen aracın Ecoboost olmasından mıdır bilinmez, araç, devir saatinin her yerinde çok güzel ivmelendi. Zaten dayanamayıp önümdeki araçları geçtim ben de.

Daha sonra geldiğimiz köyde, aslında otelde yapmamız gereken otomatik park sisteminin testini yaptık. Fikir benden çıktı ve ne yalan söyleyeyim, aslında özellikle yaptım. Çünkü nasıl çalıştığını merak ettiğim bu sistemi, otelde ona uygun bir yerde yapmaktansa doğaçlama çıkmış ve hafif yokuş aşağı bir yerde, yani doğal ortamında denemek istedim. Ve beklediğimden çok daha iyi çalıştı.

Otele dönüşte, aynı şekilde 15 km'nin altındaki hızlarda öndeki arabayı sezip otomatik frenleme sisteminin testini yaptık. Bazılarımız düz çizgide gidemediği için araç öndeki engeli sezemedi ve kameralar ezildi ama burada sorun kesinlikle araçta değil sürücüdeydi. Bundan sonra adı A ile başlayan kay ile biten arkadaşa sakın ola ki arabalarınızı emanet etmeyiniz!

Peki hiç mi eleştirilecek yeri yok bu arabanın? Var tabi ki. Beni en rahatsız eden şey, orta kolçağın yüksekliği oldu. Onu kaldırana kadar viteslere ulaşmakta sıkıntı çektim, ancak teste başlarken kolçağı kaldırdım da beklediğim performansa ulaştım. Bunun dışında aracın otomatik vites versiyonu henüz Türkiye piyasasına gelmemiş ama sonbaharda geliyor.

Ve sıra Lavanda Butik Otel'in son kez şov yaptığı öğle yemeğinde. Peçetelerimizin yanında bizlere lavanda da verilen bir masada lezzetli etlerle bu güzel günü sonlandırmış olduk. Haftasonu kaçamağı düşünenlerin kesin gitmesi gereken bir yer. Dikkat edin bizimki gibi araba meraklıları organizasyon yapmamış olsun yalnız. Bu arada çıkarken son bir müjde daha aldık. Yakında Ford, bir başka event'i Ford Rally atölyesinde gerçekleştirecekmiş. Inşallah burada da olup asıl konumuz olan motorsporlarına çok daha yakın bir bakış atabileceğiz. Bu sırada geçen sene WRC sırasında yaptığımız gibi özel içerikler ve röportajlarla sizlere de ralliyi daha yakından tattıracağız diye umuyorum.

Kısacası benim için son derece nostaljik ve keyifli bir gün oldu cumartesi. Eski aşkım Focus'u, eskisinden çok daha iyi görmenin mutluluğu ile eve döndüm ve yeni araba almayı düşünen iki bayan arkadaşıma hemen tavsiye ettim. Zaten hevesle benden gelecek haberi bekliyorlardı. Otomatik parkı ile onları cezbetse de, beyler, bu aracın sürüş zevki, kullandığım bir sürü çok daha pahalı ve sofistike araçta yok. Eğer bu segmentte yeni bir araç almayı düşünüyorsanız Focus'u görmeden kararınızı vermeyin.

09 Haziran 2011

ERC Geçti Istanbul'dan

Sanıyor musunuz ki blog yazarı olarak evimizden yarış izleyip, bilgisayardan takip edip, Google Reader'dan okuyarak sizlerin karşısına çıkıyoruz? Öyle sanıyorsanız Nihat Doğan olun, çünkü gidip yerinde yarış izlemek gibi bir merakımız da var.

Mesela bu haftasonu, Şile taraflarında koşulan Avrupa Ralli Şampiyonası'nı yerinden takip etme fırsatımız oldu. Evet bir WRC değil belki ama yine de son derece keyifli bir yarıştı. Aşağıya tadımlık fotoğraflar koyuyorum, geri kalan kısmına da bu linkteki Facebook albümünden görebilirsiniz (teknik olarak arkadaşım olmayanların görüp görmediğinden emin değilim, söylerseniz sevinirim).

Bu arada, etapları izlerken tanıştığım çokça yardımsever iki hakem arkadaş; isminizi unuttum kusura bakmayın ama fotolarınız Facebook'ta. 







08 Haziran 2011

Yarışma: Kanada GP

Bahreyn GP'nin yapılıp yapılmayacağı ve 12 Haziran seçimleri gibi iki politik konunun gölgesinde Montreal'e geri dönecek F1 takımları. Yarış saati tam olarak oyların sayılmasının en civcivli saatlerine geleceği için, evde buna kitlenecek bir aile varsa yarışı kaçırma ihtimali de var demektir. Neyse ki benim için öyle bir sıkıntı yok, oyumu verdikten sonra ertesi gün gelecek kötü haberlere kadar kafam rahat olacak heralde.

Bir yandan da Bahreyn GP'nin yapılıp yapılmayacağı, yapılacaksa ne zaman yapılacağına dair binbir tür entrika dönüyor. Bugün Bernie Ecclestone, takımların hepsinin oybirliği olmadığından dolayı şu anda Bahreyn'e gidilmeyeceğini açıkladı. Bu adam, daha dün Bahreyn'e gitmenin en ateşli taraftarı değil miydi?

Montreal'e geri dönelim... Circuit Gilles Villenueve, geçen sene Red Bull'ların kırılamaz gibi gözüktüğü pol pozisyonu serisinin kırıldığı yerdi. Lewis Hamilton, benzininin bitmesi pahasına pol pozisyonunu aldıktan sonra pitlere aracını itmek durumunda kalmış, hatta sonrasında da bazı kurallar değişikliklerinin sebebi olmuştu. Bir yandan da bu sene gelen DRS'i, sıralama turlarında çok daha efektif kullanan bir Red Bull var. Ferrari de buraya ciddi update'lerle geleceğini açıkladı. Ve hepsinden önemlisi, yarış sırasında ilk defa çift DRS bölgesi olacak: hem arkadaki uzun düzlükte, hem de Şampiyonlar Duvarı'ndan ilk viraja olan kısımda. Pirelli'ye verilen lastik formülünün fikirbabası olan Montreal pistinde, bu seneki lastiklerin nasıl performans göstereceğini de ayrıca merak ediyorum.

Tahminden önce sizlere bu haftanın sorusunu sorayım. Şu anda gridde 5 şampiyon pilot bulunuyor, sizce kaçı Şampiyonlar Duvarı'na imza atacak?

Tahminlere gelirsek:

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel, Hamilton, Button
EHT: Hamilton

Bu haftadan itibaren şöyle bir değişikliğe gidiyor yarışma, sizlere de bunu belirteyim. Tahminleri, antreman turlarının başına kadar kabul ediyorum. Çünkü antreman turları, aslında yarışta olacaklar için az da olsa bir fikir verebiliyor herkese. Ilk antreman turları, cuma günü TSI ile 17.00'da. Aklınızda bulunsun.

06 Haziran 2011

Taktiklerinden Kurtul!

Formula 1 ile Bahreyn'in ilişkisinden dolayı motorsporları camiasının yeteri kadar konsantre olamadığı önemli gelişmeler de oldu geçen hafta. Dünya Ralli Şampiyonası'nın en önemli rallilerinden Monte Carlo, sezon başlangıcı olarak takvimdeki yerine döndü. Bir süredir sadece IRC takviminde bulunan tarihi yarış, bu sene iki kategoride de koşulacak. Bu demektir ki Col de Turini, kar atan seyirciler, asfalt-kar-buz karışımları WRC'ye geri dönüyor.

Aslında bunun arkasında WRC'de çok daha ciddi değişikliklere yol açacak başka bir gelişme daha oldu. Bir çok ajans, Monte Carlo kararını öne çıkarsa da asıl önemli gelişme, ekiplerin yarışlardaki başlama pozisyonları ile ilgili oldu. Kısaca anlatalım.

Son bir kaç yıldır rallilerin ilk gününde, şampiyona lideri birinci, şampiyona ikincisi ikinci ve bu şekilde başlardı. Toprak rallilerde, ki takvimin çoğu da toprak ralliler, önde giden araçlar yolu süpürür ve dezavantajlı duruma düşer. Arkadan gelenler, yani yaklaşık beşinci, altıncı sıradakiler de oldukça avantaj kazanırlardı. Mesela o yüzden Loeb'ün Sardinya Rallisi'nde her gün öne başlamasına rağmen kazanması çok önemliydi. Ilk gün ekipler, şampiyonadaki sıraları ile yarışa başlarken ertesi günlerde herkes, önceki günü bitirdiği pozisyonda başlıyordu yarışa. Bu yüzden de gün sonlarında ekipler, yavaşlayarak diğerlerinin kendisini geçmesini, böylece ertesi gün daha avantajlı bir yol pozisyonunda başlayıp atak yapmayı planlıyorlardı. Bu tip taktikler, bir yerden sonra gerçek yarışın önüne geçmiş oldu ve hem takımlar hem pilotlar bu işten cidden çok sıkıldıklarını açık açık belirtir olmuşlardı.

Yeni alınan kararlarla gün sonlarında herkesin otur taktik yapması gerekmeyecek. Artık rallilerden önceki shakedown etabı, bir tür sıralama turu olacak ve en hızlıdan en yavaşa doğru ekipler, ilk gün için start pozisyonlarını belirleme hakkına sahip olacaklar. Daha sonraki günlerde de, önceki günün sıralaması tersten start alacak. Yani shakedown hariç, bundan önceki kurallara geri dönüş oldu. Peki insan sorar, madem bu kurallar bu kadar iyiydi, niye zamanında değiştirildi? Cevap şu; hızlı araç zaten en iyi yol pozisyonunu seçerse rallinin sonucu zaten ilk günden belli olur. Şimdilik takımlar değişen kurallardan çok memnun, herkesin illallah ettiği taktikler gidecek. Yine de görelim bakalım, bir dahaki sezon takımlar, bundan bir kaç sene önce ağladıkları gibi zevksiz rallilerden isyan edecekler mi?

Yeniden Bahreyn

Beklemek istedim, hemen bir yazı yazmak istemedim çünkü herkesin bakış açısını ve açıklamasını duymak istiyordum. Ama üstünden bir kaç gün geçtikten ve taraflar düşüncelerini açıkladıktan sonra, yine de Bahreyn GP'sinin yapılma sebeplerini anlamış değilim. Bir çok konu birden komplikeleşiyor, peki ne için?

Ortadoğu'daki özgürlük ve demokrasi dalgasına kapılan ülkelerden biri de Bahreyn bildiğiniz gibi. Ama bu ülkedeki protestolar bir türlü bitmek bilmiyor. Politikadan anlamadığım ve sevmediğim için Bahreyn konusunda ahkam kesmicem. Ama kesin olan bir şey var ki Formula 1, Bahreyn'e geri dönerek kendi kendini sıkıntıya sokuyor. Burada asıl amacın Bernie'nin paragözlülüğü olduğunu söylemek, işin kolayına kaçmak gibi sanki.

Bana kalırsa Bernie ve FIA, artık dünyanın en önemli para merkezlerinden olan Ortadoğu ile olan bağlarını güçlü tutmak niyetinde olduğu için Bahreyn'e geri dönüyor. Bahreyn'in, Mclaren'in önemli hissedarlarından olduğunu biliyoruz. Bunun dışında Mclaren, Ferrari, Mercedes gibi lüks sınıfı araç üreticilerinin de en büyük pazarlarından biri. Para musluğunu elinde tutanlara karşı çıkmak da o kadar kolay değil, hatta her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bahreyn'e geri dönmek, hem ülkedeki hem de bölgedeki ülke yöneticilerine açık bir mesaj aslında: "Sizinle aynı saftayız". Bunun uzun vadeli avantajlarına göz dikilmiş durumda; bir yarış daha yapılınca elde edilecek para kimsenin umrunda değil.

Peki bu da kendi içinde bir çelişkiyi ortaya çıkartıyor. Formula 1'i döndüren para, sponsorlardan geliyor. Ve sponsorluk, bir imaj yaratmak için yapılıyor. Ama Bahreyn gibi durumu sıkıntılı ülkelere gidince sponsorların yaratacağı imaj da zarar görmüş oluyor. Yani ben bir sponsor olsam, Bahreyn'de olanlara karşı, o yarışlık logolarımın aracın üzerinde olmamasını tercih ederim. Kontrat gereği belki yine parayı ödemek zorunda kalabilirim ama yaratacağım imajdır önemli olan.

Bir yandan da 20 Ekimde koşulacak Bahreyn GP'sinin F1'den götürecekleri listesi var, ki oldukça kabarık bir liste bu. Birinci ve en önemli soru güvenlik. Protestocular, yarışı, kendilerini dünyaya göstermek için bir fırsat olacak bileceklerini açıklıyorlar. Hükümet ise F1 camiasının güvende olacağı garantisini veriyor. Yani bir yandan pistte araçlar dönerken diğer taraftan dışarıda bir savaş olacak. Takımlar, pilotlar vs ciddi güvenlik önlemleri içinde, muhtemelen pistin dibinde veya içinde kalacaklarken sporu takip eden, daha düşük profilli bir sürü insan, protestoların içinde kalacak. Onlara garantiyi kim verecek?

2012 için açıklanan takvimde Bahreyn GP'si, sezonu açan yarış olarak gözüküyor. Yani yaklaşık 5 aylık bir periyodda iki kere ülkeye gidecek F1 camiası. Ne kadar mantıklı? Kim tribünlere gelecek? Ayrıca ilk defa koşulacak Hindistan GP'si de bu sezonun son yarışı olacak. Muhtemelen Bahreynliler'den çok Hindistan yarışı organizastörlerinin işine geldi bu. Sezon finali yapmak her zaman prestijlidir ve ilk senelerinde, istemeden de olsa bunu yapacaklar. Ayrıca her yeni pist, elindeki bütün zamanı kullanmak ister. Hindistan'daki pist, muhtemelen zamanında bitecek bile olsa, onlara belli bir rahatlık vermiştir bu. Ayrıca sene sonunda ilk defa Hindistan'da yapılacak olan geleneksel FIA Yıl Sonu Galası ile de yarışın birleştirilmesi bekleniyor. Lojistik olarak mantıklı. Ama peki takım personelleri? Zaten oldukça az tatil yapabilen bu insanlar için Noel zamanının Hindistan'da geçirilmesi, ciddi bir moral, motivasyon ve performans kaybı olacaktır.

Şu anda F1'de aktif olanlar arasında sadece Mark Webber, delikanlı gibi çıkıp düşündüklerini açıklayabildi. Takımlar, konuyu FOTA toplantısında konuşacaklarını açıkladılar ama buradan da bir iki yuvarlak cümle hariç ciddi bir kararın çıkmasını düşünmek naiflik olur. Herşeyi geçtim, Mclaren'in hangi tarafta oy kullanacağı açık, böylece oy birliği ile verilecek bir karar olması imkansız. Yine de F1 emeklileri, düşüncelerini çok rahat bir şekilde açıklayabiliyorlar. Bunlardan biri Damon Hill, öbürü de Max Mosley. Artık onları, bu sahnedeki çıkar ilişkilerine bağlayan bir durum yok. O yüzden özgürcene konuşabiliyorlar.

Mark Webber'in dediği gibi, bu karara rağmen Bahreyn GP'sinin yapılıp yapılamayacağı hala bir muamma benim gözümde de. F1 camiasının, sessizliğinin arkasında, yine de ülkeye gitmek istemediği izlenimini de alıyorum ama kontratsal konulardan dolayı ses çıkaramıyorlar. Yine de ilk fırsatta yarışı yine iptal edip "biz gelecektik ama olaylar geçmedi" diyeceklerini düşünüyorum. Ama F1, politikadan uzak durma politikasının içine etmiş olmuyor mu?

02 Haziran 2011

Davaya Ihanet

Bu sabahın en beklenmedik haberi gridin dibinden geldi. HRT ile verdiği sonunculuk mücadelesinin ortasında Marussia Virgin takımı, teknik direktörü Nick Wirth ile yolların ayrıldığını açıkladı. Tamam, takım hakkaten spora girdiği 1,5 senelik süre içinde pek ciddi bir atılım gösteremese de rüzgar tüneli kullanmadan araçlarını tasarlamaları, onları bir Don Kişot yapmıştı benim gözümde. Nick Wirth'in takımdan ayrılmasıyla beraber, şu ana kadar ¨sadece CDF¨ yaklaşımını da bırakıp kendilerine rüzgar tünelli bir fasilite seçeceklerini yazıyor Autosport.

Virgin için ne demek peki bunlar? Bu hamleler onları HRT'den koparıp Lotus'a yaklaştırabilir mi? Şu anlık pek mümkün gözükmüyor bu. Ilk sebep, Wirth Technology'nin hala üretimde olan parçaları olması ve bunların önümüzdeki yarışlarda araca eklenecek olması. Bunun dışında Lotus, Cosworth motorunu Renault ile değiştirmiş, aracının arka tarafını da Red Bull'dan almıştı. Virgin'in Nick Wirth'i postalayıp bir anda bu seviyeye gelebilmesi imkansız. MVR-02 ile hedefledikleri Q2'ye geçebilmeyi şu an Lotus yapıyor.

Peki uzun vadede bunun Marussia Virgin takımına etkisi ne olur? Force India'nın sahneye ilk çıktığı zamanlardaki Hint GP'sinde başa oynayabiliyor olmak hedefinin bir benzeri, Rus'ların takımda hisse almasıyla oluşmuştu. Sochi'deki Rus GP'si ya 2014 ya da 2015'te (Olimpiyat Köyü'nün inşaatının gidişatına göre) koşulacak ve takımda Marussia kampı, bu sırada podyuma oynayabilmek istiyor. Imkansız yoktur belki ama işlerinin zor olduğunu söylemek, olayı hafife almaya kaçabilir.

Bunun dışında her ne kadar Richard Branson ve Virgin gibi bir dev olsa da arkasında, bunların takıma maddi girdilerinin çok az olduğu biliniyor. Hatta Bernie'nin Marussia Virgin'e kafayı takmış olmasının sebebi de Branson'un cebindeki akreplerdi. Neyse ki Rus'lar işin içine girdiler de takım biraz para gördü, ama uzun vadede bu yetecek mi bir soru işareti. CFD-only yaklaşım, şu ana kadar takıma pist üstünde ciddi bir başarı getirmese de ekonomik anlamda takımı ayakta tutan önemli bir unsurdu. Şimdi bunun yanına daha büyük bir atölye ve rüzgar tüneli masrafları eklenecek, bunlarla beraber yeni personel gideri de olacak tabi ki. Yani Virgin, herkesin gittiği denenmiş yolu seçerek kendini aslında bir maceraya atıyor. Kendilerini Don Kişot yapan, uzun vadede başarıya ulaştıracak ve ulaştırırsa F1 tarihine geçirecek yolu terkedip diğer takımlara onların kuralları ile kafa tutacak. Bana pek mümkün gözükmedi bu.

Burada Pat Symonds etkisi ne kadar diye de sormak lazım. 2008'deki Singapur-gate ortaya çıktığından beri Flavio Briatore ile F1 yasaklısı olan Symonds, arka planda Virgin'e danışmanlık yapıyor ve muhtemelen 2012'de cezası bittikten sonra da resmi bir rol alacak. Ve tabi ki herkes, işleri kendi bildiği şekilde yapacak. 2012 aracının hazırlıklarının başladığı bugünlerde Nick Wirth'i sepetleme toplantısında Symonds'ın da bulunması bunun işareti açık olarak zaten. Yıllarını verdiği sporda Symonds'ın Virgin'e getirebileceği bir kaç isim olacaktır kesin. Ama önünde zor bir yol var.

Benim kişisel görüşüm Virgin, uzun vadede belki de bir F1 efsanesi olma niyetini, kısa vadede kuvvetle muhtemel kimsenin hatırlamayacağı bir orta sıra takımı olmak için bıraktı. Takımı takip etme motivasyonum sıfıra yakın şu anda.

01 Haziran 2011

Yarışma: Monaco Sonrası

Üstünden günler geçmiş olmasına rağmen hala sorana ¨abi mükemmel bi yarıştı¨ diye salyalarla anlatıyorsam bi nefeste, demek ki hakikaten güzel geçmiş 2011 Monaco GP. Perez'in kazasından Petrov'un kazasına kadar olan süre içinde pist üstünde aksiyon bitmiş bile olsa F1 dünyası durmadı. Perez'den gelen haberler, Hamilton'ın en hızlı turunun iptal edilmesi ile 9.luktan başlayacak olması ve lastiklerin getireceği taktikler derken pazar öğlene kadar konuşacak yeni konular hep oldu. Yarış da bütün beklentileri karşıladı. Her F1 sever gibi son 6 turun gerçek anlamda yaşanamaması beni de çok üzmüş olsa da o zamana kadar yaşadığım heyecan, hele de ilk 3'ün 0.7 saniyede seyrederlerken 7-8 araçlık bir trafiğe girecek olması süperdi. Mercedes'lerin çok büyük hayalkırıklığı yarattığı, Kobayashi ve Sutil'in parladığı, Vettel'in müthiş sürüşünün şansının gölgesinde kaldığı, Williams'ın sezonun ilk puanlarını aldığı yarışta kırmızı bayrakların aktörleri Perez ve Petrov da büyük yaralar almadan kazanlarını atlattılar.

Ve bizim yarış... Kötü tahmin yapanın pek olmadığı bir yarış oldu bizim için, puanlar gittikçe artıyor, yarış kızışıyor:

Keyser Soze: 26+6= 32
Sukullacı: 23+5=28
Çekirdekçi Tayfa: 20+6=26
Sinan Kolat: 18+7=25
Cihan: 18+4=22
Nazlı: 17+4=21

Iki hafta sonra Gilles Villenueve pistinde koşulacak Kanada GP'sinin de en az Monaco kadar sürprizlerle dolu olması bekleniyor. Ne de olsa bu sene gördüğümüz lastik formülünün doğuşu, geçen seneki Kanada GP'sinde olmuştu. Lewis Hamilton'ın sıralamalarda aracını ittiğini de hala unutmadık. Bakalım Mclaren ve özellikle Hamilton, Red Bull'un gidişatına dur diyebilecek mi?

27 Mayıs 2011

Lotus Kazandı!

Sonunda, bir süredir devam eden Group Lotus vs Team Lotus davası sonuçlandı. Ingiliz mahkemeleri, Team Lotus'un, bu ismi kullanmaya devam edebileceği yönünde karar verdi. Yani Tony Fernandes ve ekibinin istediğini aldığını söyleyebiliriz. Işin garip tarafı, Group Lotus da davayı kendilerinin kazandığını iddia ediyor. Bunun için iki dayanakları var. Birincisi, mahkeme, Lotus isminin tek başına kullanım hakkını sadece Group Lotus'a verdi. Yani Tony Fernandes ve ekibi, "Lotus"u değil "Team Lotus"u kullanabilirler. Ikinci konu da Fernandes, takımın ismini Lotus Racing'den Team Lotus'a çevirdiği zamana kadarki olan sürede Proton ile olan anlaşmasını ihlal etmiş gibi sayıldı ve ceza ödemesine karar verildi. Ama sorarlar, ki Tony Fernandes de soruyor, Group Lotus bu kararı kendi için zafer gibi gösteriyorsa neden temyiz mahkemesine gidiyor?

Şimdilik detaylar bu kadar, Monako GP sırasında eminim konuyla ilgili yeni bilgiler de gün ışığına çıkar ve bunları paylaşırız. Zaten bugünlük bu kadar kafa karışıklığı ve Lotus ismi de yeter.

25 Mayıs 2011

Yarışma: Monaco GP


Monaco... Yumuşak lastiklerin Ferrari'nin işine geleceği, iyi pilotun avantajlı olacağı, bu seneki kurallarla geçişlerin artıp artmayacağını konuşabiliriz belki; ama konuşmayabiliriz de. Sonuçta burası Monaco. En beklenmedik, en heyecanlı yarışların yeri. Aynı zamanda kızlar, Prensler, arabalar, ünlüler, yatlar ve tünelin yeri. F1'in kendini evinde hissettiği yer burası. Bence bu spora Nürburgring ile beraber en çok yakışan yer...

Bu yarışın sorusu: Sizi en heyecanlandıran 3 Monaco anı? Benimkiler muhtemelen Olivier Panis'in Ligier ile kazandığı yağmurlu 1996 yarışı, Ayrton Senna'nın Toleman'ı ile neredeyse kazandığı 1984 yarışı ve yine Senna'nın 1988'de attığı sıralama turları. Hele o sıralama turları, benim için Formula 1 tarihinin en heyecan veren anlarından olduğunu söyleyebilirim. Videoda da Jo Ramirez ile Gerald Donaldson'ın "o tur" hakkında konuşmaları var. 

Ve her zaman olduğu gibi tahminler:

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel, Alonso, Hamilton
EHT: Alonso

24 Mayıs 2011

Yarışma: Katalunya Sonrası

Sukullacı'nın yarışma postunun altına yarış sırasında attığı yorumlar, muhtemelen bütün Ispanya'nın duygularına tercüman oldu. Alonso'nun şahane sıralama turu ve daha da şahane startının beşincilik ve tur yemeye gitmesini beklemezdik. Bugün de zaten olan oldu ve Ferrari'de yine kafalar koptu. Bu da sonuç vermezse kopacak bir kafa kalacak. Konuyla ilgili ta geçen nisanda yazdığım bir yazıyı linkleyeyim buraya: Io Sono Stefano! Durumda hiç bir değişme yok.

Bir yandan da sıralamaların ne kadar öldüğüne şahit olduk Ispanya'da. Yakında kimse son seansta zaman turu atmaya çıkmayacak ve Q3'teki grid pozisyonları tavla turnuvası ile belirlenecek diye korkuyorum. Daha heyecanlı olabilir öylesi.

Bir yandan da normalde lastiklerini harcamasıyla ünlenen Lewis Hamilton'ın Vettel'e oranla her stintte 4 tur sonra pite girerek ne kadar büyük bir avantaj yakaladığını gördük. Bir kaç tur daha kazanabilseydi, son lastikleri bir kaç tur daha "genç" olsaydı Vettel'i geçmesi işten bile değildi. Geçiş sayıları ilk dört yarış kadar olmasa da Barselona'daki yarış, bence senenin en anlaşılan ve en keyif alınan yarışı oldu çünkü ön gruptaki pilotlar birbirlerini yakından takip edebildiler ve nispeten yakın stratejiler uyguladılar. Ferrari pitinin verdiği son iki stinti iki yumuşak ile değil de tek sertle geçme kararının ne kadar saçma olduğu da yarış sonunda belli oldu. Evet, Alonso'nun yumuşak lastik sayısı bakımından sıkıntısı vardı Mclaren ve Red Bull'lara karşı ama bir kullanılmış+bir kullanılmamış yumuşak lastik setleri bile tek sert lastikten (hele de burada ilk defa kullanılan çok sert hamurdan) daha iyi bir karardı bence.

Ve unutmadan bizim yarışma. Herkes polü, kafa rahat bir şekilde Vettel'e yazmış ama Webber hepimiz yatırdı. Genel olarak herkesin 4 puan olduğu bu haftanın kazananı Çekirdekçi Tayfa, kaybedeni ise Nazl_ oldu. Ama Nazl_, pol ile galibiyet tahminlerinin yerini değiştirse herşey çok daha farklı olabilirdi. Puanlar:

Keyser Soze: 21 + 5= 26
Sukullacı: 19 + 4 = 23
Çekirdekçi Tayfa: 13 + 7 = 20
Cihan: 14 + 4 = 18
Sinan Kolat: 14 + 4 = 18
Nazl_: 16 + 1 = 17

Tahmin yapan altı kişiyi sadece 9 puan aralığında görmek keyifli. Çekirdekçi'nin yaptığı atılıma da dikkat, geçen hafta son sıradaydı. Hemen yarın da Monaco GP tahminlerinizi alacağım, koltuklarınıza sıkı tutunun.

20 Mayıs 2011

Imola 94 Part:2 (Cuma Antremanları)


28 Mayıs 1994’te Ayrton, Leonardo ile birlikte Algarve’den ayrılıp özel uçağı ile Münih’e, Audi yetkilileri ile buluşmaya gitti. Audi’nin Brezilya ana distribütörü olmak için yürüttüğü pazarlıklar son aşamasına gelmiş, imzaya kalmıştı. Oradan Italya’ya bu sefer de Pauda’daki Carraro bisikletlerinin fabrikasına gitmişlerdi. Sebep yine ticariydi; Carraro, Senna’nın adını kullanarak bisiklet üretmek istiyordu. F1 sonrasındaki hayatını düşünen Ayrton, buradaki basın toplantısında 1994 sezonunun Imola’da yeniden başladığını belirtmeyi de ihmal etmiyordu. Buradan Imola’ya doğru yola çıkan Senna ve ekibine TAG Heuer’in pazarlama bölümünün başındaki Mike Vogt da eşlik ediyordu; yeni Senna saatleri hakkında konuşmak için.

JJ Lehto ile Roland Ratzenberger’in yolda olduğu saatlerde Senna, Williams garajına yüzünü göstermeye gelmişti. Aida’daki yarıştan sonra yapılan testler hakkında bilgi aldıktan kısa bir süre sonra, piste 10 km uzaklıktaki oteli Castello’ya geçti. Mclaren günlerinden beri aynı otelde, hatta aynı odada kalırdı: 200 numaralı suit. Hemen altındaki odada Frank Williams, hemen üstündeki odada da Ron Dennis vardı. En yakın arkadaşı, masörü ve sağ kolu Josef Leberer, her zaman olduğu gibi akşam 10’da masajını yaptıktan sonra Ayrton, Brezilya’yı, Adriane’yi aradı. Iki sevgili, heyecanlarını gizleyemeden konuştular.

29 Mayıs 1994 Cuma. Açık hava ve güzel bir güneş altında başlıyordu haftasonu. Sabah yapılan antreman turlarında aracından hiç memnun olmayan Senna, gelişmelerden memnun olduğunu açıklayan Hill’den bir saniye daha hızlıydı. Öğleden sonra birde başlayan ilk sıralama turu seansında Brezilyalı pilot, hemen en hızlı zamanı elde etti. Saatler 1:20’yi gösterdiğindeyse bir başka Brezilyalı, Ayrton’un çekirgesi, Rubens Barrichello sahne aldı. Imola turunun sonlarındaki Variante Bassa şikanının kerb’lerine fazla hızla gelen genç Rubens’in Jordan’ı, bir uçak gibi havalanarak ilk önce lastik bariyerlere, ardından da çitlere takıldı. Yolun kenarında bir kaç takla atan Jordan, sonunda ters bir şekilde durduğunda Barrichello, bilinçsiz bir şekilde aracında kurtarılmayı bekliyordu. Gelen Italyan görevliler, aracı hızla düz çevirdiler. Şu anda F1 tarihinin en tecrübeli pilotu olan Barrichello’nun kariyeri, o sırada bitebilirdi bile.

Senna, vatandaşının kazasını duyar duymaz pistteki tıbbi müdahale merkezine koştu. Bu sırada girişler yasak olduğundan Senna, binanın arkasındaki çitlerin üstünden atlayarak içeri girdi. Rubens’in başına geldiği sırada Brezilyalı pilotun bilinci geri geliyordu. Barrichello: “Uyandığımda ilk gördüğüm şey Ayrton’un suratıydı, bana bir yandan (sakin ol, bir şeyin yok) diyor, öbür yandan da ağlıyordu. Daha önce onu hiç bu kadar duygusal görmemiştim, sanki yaptığım kaza kendisinin başına gelmiş kadar içtendi”.

Ayrton Senna da Silva, tıbbi müdahale merkezinden ayrılır ayrılmaz Williams’ın kokpitine girdi ve zamanını daha da geliştirerek seansı birinci sırada bitirdi.

Damon Hill: “Rubens’in kazasının en çarpıcı tarafı, hızıydı. O kadar hızlı yükseldi ve çitlere girdi ki çitleri delip seyircilerin arasına gireceğini düşündük. Bu da yetmiyormuş gibi görevlilerin gelip aracı hızla düzeltmeleri berbattı. Rubens’in başının, aracında sağa sola savrulduğunu görebiliyorduk (hatırlatalım, o günlerde HANS yoktu). JJ Lehto ve Jean Alesi, daha o sezon testlerde boyun ve omur sakatlıkları geçirmişlerdi benzer şoklarla. Görevlilerin, aracı ya yavaşça düzeltmeleri ya da olduğu gibi bırakmaları gerekiyordu.”

Seansın sonunda kendisini bekleyen gazetecilerden, yarış mühendisi David Brown ile görüşmek için bir saat isteyen Senna, söz verdiği zamanda gazetecilerin yanına dönmüştü ama hiç kendisi gibi değildi. Başladığı cümleleri bitirememek, kendi dediklerini hatırlamamak Senna gibi konsantrasyon seviyesi çok yüksek biri için son derece anormaldi.

Röportajlardan sonra David Brown ile çalışmasına devam etti Senna, oradan da Leberer ve Leonardo ile akşam yemeğine gittiler. Otele döndüğünde ilk yaptığı şey Adriane’i aramak oldu. Adriane: “Telefonu açtığında hüngür hüngür ağlıyordu, ona ne olduğunu soruyordum ama konuşmuyordu bile. Çok korkmuştum. Rubens’in kazasını anlattı sonra.” Daha sonra ilişkilerinden bahsetmeye başladılar. Eskiden Ayrton Senna’nın kız arkadaşı olmaktan korkan Adriane, artık böyle hissetmediğini söylemişti. Belki çok daha uzun konuşabilirlerdi ama Galisteu’nun Lizbon uçağını yakalaması gerekiyordu. 

19 Mayıs 2011

Yarışma: Katalunya GP


Sezon içindeki performans için en büyük indikatör olacak Katalunya GP'sine hoşgeldiniz. Takımlar, sezon öncesi testlerinin büyük çoğunluğu yaptığı Barselona'daki piste, bu sefer de önemli upgrade'lerle geliyorlar. Mclaren, Türkiye'de yaşadığı hayal kırıklığını geride bırakmak, Ferrari ve Mercedes yakaladığı ivmeyi devam ettirmek, Red Bull alışık olduğu gibi bir haftasonu yaşamak isterken mesela Williams'ın amacı sezonun ilk puanlarını almak. Bunlarla beraber FIA'nın haftaiçi takımlar arasında yarattığı gerginlikten de bahsedelim kısaca. Federasyon, çift difüzörün etkinliğini arttırmak için takımların kullandığı, gaza basılmadığı sürede de egzost gazlarının gaza basılıyormuşçasına verildiği motor ayarlarının yasaklandığını ve Barselona'dan itibaren kullanılmayacağını açıkladı. Yani bu tip difüzör kullanan takımların hepsi, bir anda performans kayıplarına uğrayacaklardı. Sonrasında, bu tip bir değişikliğin sağlıklı bir şekilde yapılamayacağını farkeden FIA, konuyu hazirandaki Teknik Grup toplantısında tekrar tartışacağını açıkladı. Ama artık belli ki artık difüzörlerle ilgili yeni bir uygulamaya geçiyor FIA, sadece zamanı belli değil.

Bir yandan da sezon öncesi testlerde fazla ufalanma yaşayıp takımların tepkisini çeken Pirelli'nin performansı soru işareti. Lastik üreticisinin o zamandan beri kendini geliştirdiği ve herkesin takdirini kazandığı kesin. Ama o zaman 4 pitstop olarak tahmin edilen yarışın kazanan taktiği bakalım ne olacak.

Katalunya GP'sinin sorusu ise şu: Sezon öncesi testlerden beri ilk defa aynı piste uğrayacak olan takımlardan sizi en çok şaşırtan (iyi de olabilir kötü de) hangi takım oldu? Niye?

Ve benim tahminlerim:

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel, Alonso, Webber
EHT: Webber

15 Mayıs 2011

Yarışma: Türkiye Sonrası

Geçen haftasonu Istanbul Park'a gittik, bir güzel yandık, sıralama turlarını ve yarışı izledik, start finiş düzlüğünde koşturup podyum seremonisini izledik. Kısacası muhtemelen Türkiye GP'sinin son kez yapılışında oldukça güzel vakit geçirdik.

Bizim kadar iyi vakit geçiren bir de Vettel vardı. Pol pozisyonlara koyduğu ambargoyu devam ettirdi ve Çin'de elde edemediği galibiyeti unutturdu. Bazılarımızı yatırdı, bazılarımızı çıkardı kendisi aynı zamanda. Bu arada kimse Mclaren'lerin bu kadar formsuz olacağını beklemiyordu heralde. Türkiye GP'sinin ardından durumumuz aşağıdaki gibi:

Keyser Soze: 14+7 = 21
Sukullacı: 13+6 = 19
Nazl_: 13+3 = 16
Sinan Kolat: 11+3 = 14
Cihan: 8+6 = 14
Çekirdekçi Tayfa: 9+4 = 13

Keyser Soze ile Sukullacı nispeten arayı açarlarken orta sıralarda ciddi bir çekişme var. Nazl_'yı orta grubun hemen üstündeki Renault gibi görürsek Cihan ile ben sanki Sauber ile Toro Rosso gibiyiz. Bir tek puan geriden gelen ÇT ise Force India belki de.

Bir kaç haftadır tahmin yapmayan arkadaşlarımız da var, mesela geçen senenin gediklilerinden Obiyah. Umarım ki Barselona yarışına bir upgrade paketi getirir ve tekrar yarışa girer, henüz kaybedilmiş bir şey yok. Hemen hatırlatalım bu arada, Barselona yarışı 22 Mayıs pazar günü.
Related Posts with Thumbnails