31 Mayıs 2010

Yarışma: Türkiye Sonrası

Daha uzun yıllar konuşulacak bir Türkiye GP'sinden sonra kendi aramızda yarışma durumuna da bakalım. Vettel'in, yapamadığı cesur hamle ile çoğumuzu ters köşeye yatırdığını görüyoruz. Pol'ü kapan Webber'in formu ve en hızlı turun Petrov'a gitmesi de beklenmedik oldu. Genelde herkesin, podyumdan bir tek kişi bilebildiği haftanın galibi, Webber'in polünü de tahmin eden Obiyah oldu. Geri kalanlarımız birer puan ile bu haftayı geçiştirmiş olduk.

Mali Selışık: 16+1=17
Sinan Kolat: 12+1=13
Sukullacı: 7+1=8
Obiyah: 3+3=6

Bu arada bir süredir tahmin yapmayan ve 1 puanda kalan Sportman, Yağmur-Mehmet ve TG'yi şimdilik listeden siliyorum ama tahmin yapmaya devam ederlerse seve seve yazarız kendilerini de.

Mike Conway'in Indianapolis Kazası


Aslında çok merak ettiğim bir motorsporları branşı değil Indy ama dünkü Indianapolis 500, Pasifik tarafında yılın en önemli yarışı olarak geçer. Motorsporlarının, güvenlik konusunda geldiği noktayı göstermek açısından, Robert Kubica'nın 2007 Kanada'da yaptığı kaza ile beraber, bu görüntüler de ders olarak verilebilir. Mike Conway'in buradan kırık bir bacak ile çıktığını belirtelim. Conway'in çarpmasıyla kazaya karışan ve neredeyse aynı aracın altında kalmak üzere olan Ryan Hunter-Reay'in de çok şanslı olduğunu belirtmeden geçemicem.

Bir Düzlük, Bir Viraj: Red Bull'un Geleceği

Bu tip şeylere aslında sidik yarışı deriz; sen yaptın, hayır sen yaptın! Bunu milyonlarca insanın önünde yapınca bambaşka bir boyut kazanıyor olaylar tabi. Bugün Webber ile Vettel'in yaptığı buydu aslında. Daha hızlı olan Vettel'in soldan Webber'in yanına kaymasından sonra iki seçenek var sanki. Webber'i haklı görenler, Vettel'in çok erken sağa kırdığını; Vettel'i haklı görenler de Webber'in hiç yer bırakmadığını söylüyor. Aslında ikisi de yaşandı ve bir tarafı haklı görmek çok bir şeyi çözmeyecek bundan sonra. Olan oldu ve Red Bull dublesi yerine Mclaren dublesini izledik.

Yarıştan sonra Christian Horner, suçu iki pilotuna paylaştırdı, oldukça politik oynadı yani. Sportif Direktör Helmut Marko ise Webber'in daha haksız olduğunu belirtti. Biz tabi ki internet ve televizyondan seyreden insanlar olarak bir yere kadar takımların iç dinamiklerini öğrenebiliriz ama James Allen, Red Bull'un takımiçi dinamikleri hakkında güzel bir yazı yazmış. Burada önemli noktalardan biri Helmut Marko'nun, takımın Germen köklerine daha sadık olduğu ve ufaktan da olsa Vettel'i tercih ettiği. Avusturya takımı Red Bull'un Alman Vettel'i daha fazla kolladığını Joe Saward da yazmış. Takım tabi ki bu iddiaları reddetti; zaten kimse kabul edemez böyle bir şeyi ama bu, böyle bir tercihin olmadığı anlamına da gelmez.

Bu tip durumların, takımın iki pilotunun birden başa oynadığı anlarda ortaya çıktığı gerçeğini gözardı etmemeliyiz. Webber ve Vettel, yarışa girerken aynı puanda Pilotlar Şampiyonası liderliğini paylaşıyordu. Yani önde bitiren -ki bu, normalde yarışı kazanan demek olacaktı- liderliği de tek başına ele geçirecekti. Burada es verelim ve Fuji 2007'ye dönelim. Yağmurlu yarışta Alonso'nun kazasıyla Güvenlik Aracı periyodu yaşanıyordu. Lewis Hamilton lider, arkasında henüz ciddi atılımını yaşamamış Red Bull'dan Mark Webber ikinci, onun arkasında da Toro Rosso'nun gencecik Alman pilotu Sebastian Vettel üçüncü. Ve güvenlik aracının arkasında birbirini takip eden pilotlardan Vettel, Webber'e arkadan çarpmış, hiç beklenmedik şekilde süper sonuca giden iki aracı da yarışdışı bırakmıştı. Olayların akabinde Vettel, Toro Rosso garajında hıçkırıklara boğulmuş, Webber ise gelip kendisiyle oldukça tatsız bir konuşma yaşamıştı.

40. turun arka düzlüğüne geri dönelim. Iki Red Bull'un yanyana geldiği ana. Vettel, kendi pilot geliştirme akademilerinden yetişmiş bir Red Bull başarı hikayesi. Red Bull'un galibiyeti yokken Toro Rosso ile boğa ailesinin ilk galibiyetini almış, geleceğin şampiyonu. Webber ise kariyerinin ikinci baharını yaşayan, bu güzel günlere de sonuna kadar tutunmaya kararlı takım arkadaşı. Vettel'in, Webber'in yanından geçmesi, takımın liderliğinin Vettel'e de geçeceği anlamına geliyor aynı zamanda. Ve Webber, bu lokmayı yutmamaya kesinlikle kararlı. Bu yüzden de yer bırakıyor ama anca, ucu ucuna. Iki pilot birden kaybeden oluyor sonrasında.

Bir de kontrat açısından bakmak lazım bu olaya. Webber'in adı Ferrari ile anılmaya başlamıştı Monaco'dan önce. Sonrasında Red Bull cephesinden Webber ile anlaşmamaları gibi bir durumun söz konusu olmadığı açıklaması yapıldı. Alonso, benzer sıkıntılar yaşadığı Mclaren'den tek sezon sonra kaçmıştı. Webber, eğer takımın kendine karşı döndüğünü görürse yarışacak bir çok koltuk bulabilecektir, hele de Barcelona ve Monaco'daki performansından sonra. Ferrari'nin, Massa'nın yerine birini koymak istediği sır değil. Yine de bu, 2011'de olmayabilir. Renault'da bir yer açılabilir kendisine, veya Barrichello'nun yerine eski takımına geçebilir. Ama ortada bir Nick Heidfeld sendromu olduğunu da göz ardı etmeyelim. Belki bunları konuşmak için erken ama karpuz kabuğu bir kere düşmüşken yüksek sesle düşünmenin sakıncası yok.

Sene başında takım arkadaşı sıkıntısının en az hissedileceği takım olarak görülüyordu Red Bull. Sorunun, Newey dizaynı aracın dayanıklılığından bekleniyordu hatta. Şu anda durum tam tersi; araç hızlı ve nispeten beklenenden sağlam ama takım için dinamikler fokur fokur. Red Bull'da olacaklar, iki şampiyonaya da direkt olarak yön verecek 2010'da.

30 Mayıs 2010

Sonunda Ogier!!

Türkiye GP'si telaşında WRC Portekiz Rallisi'ni de atlamayalım. Yeni Zelanda'dan sonra tekrar Avrupa'ya dönen WRC'de, sonunda Ogier, kariyerinin ilk galibiyetini almayı başardı.

Bir şekilde Yeni Zelanda'nın finişi ile Portekiz Rallisi'ni birleştirmek lazım belki de. Türkiye Rallisi'nde de çok iyi giden ama yaptığı bir tek ufak hata ile galibiyeti kaçıran Ogier, bir sonraki yarış Yeni Zelanda'da da son 3 virajda spin atıp galibiyeti 2 saniye ile Latvala'ya kaptırmıştı. Portekiz'de ise aynı hatalardan yapmadı ve arkasından full atak gelen Loeb'e karşı kariyerinin ilk galibiyetini aldı. Gerçekten onun adına çok mutluyum, bir süredir hakkediyordu bunu.

Yeni Zelanda'nın diğer kahramanı Latvala ise, bütün şansını orada bırakmışa benziyor. Portekiz Rallisi'nin ikinci gününde hızlı bir spin ile başlayan kaos, ters bir şekilde ağaca çarpmasıyla bitti ve SupeRally kuralları ile bile geri dönemedi yarışa (videosu burada). Böylece Ford, zaten yavaş olduğu Portekiz'den sadece Hirvonen ile puan alabildi. Bu arada Latvala'nın Portekiz 2009'da da 20 takla atıp aracını parçaladığını hatırlatalım. Gerçekten uğursuz geliyor burası genç Fin'e.

Ogier'in galibiyeti, aslında Citroen tour-de-force'unun ilk adımı. Ilk 4 sırayı kapan Citroen şöyle sıralandılar: Ogier-Loeb-Sordo-Solberg. Yani, neredeyse diyelim en azından. Çünkü kendi takımı ile harikalar yaratmaya devam eden sempatik Solberg, Algarve Stadı'ndaki son özel seyirci etabında yandaki bariyerlerle haşır neşir olarak 4.lüğü son anda Hirvonen'e kaptırmış oldu.

Yine de bu son dakika hediyesi Portekiz'i hatırlanacak bir haftasonuna çevirmeye yetmedi Ford takımı adına. Latvala'nın yaptıklarına değindik. Eminim Malcolm Wilson, onunla güzel bir konuşma yapacaktır. Hirvonen de hiç bir zaman ciddi bir tehdit oluşturamadı Citroen'lere karşı ve hayal kırıklığı yaratmaya devam etti. Şu an Ford kampında "bu sene de gitti" konuşmaları açık açık yapılıyordur heralde. Belki de gerçekten bir dahaki senenin S2000 kurallarına konsantre olmaları, orta vadede onları Citroen'e daha yaklaştırabilir.

Haftaiçi Citroen'den, 2011'de 3 araçla yarışmak için izin isteyecekleri haberleri geldi. Loeb ve Sordo'nun yanına, bu seneki mükemmel performansı ile Ogier'i eklemek istiyorlardı. Sordo'nun yükselmeyen performansı ve Ogier'in artık yarış galibiyeti alacak kıvama gelmesiyle Loeb-Ogier ikilemesi, Citroen fabrika takımı için daha mantıklı görünüyor. Hatta eğer Raikkonen Formula 1'e dönerse, Sordo ve Solberg kurgulu bir Citroen Junior takımı, yine gayet güzel işler yapabilir. Yine de Sordo'nun hala şansı var. Genelde asfalt rallilerinde çok iyi giden Sordo, burada takıma ciddi katkı yaparsa, toprak zeminde yapamadıklarını bir nebze unutturabilir. Ama eğer asfaltta da işler yolunda gitmezse...

Pilotlar klasmanında Loeb'ün arkasına, iki Ford pilotunu birden geçen Ogier yerleşti. Portekiz'e klasmanda ikinci sırada başlayan Latvala ise, Hirvonen'in de gerisine düştü. Bundan sonra WRC'deki sorular "Ogier'in bu formu nereye kadar devam edecek", "Ogier, Sordo'nun yerine geçer mi" ve "Nolacak bu Ford'un hali" olur. 6 haftalık aradan sonra Bulgaristan Rallisi ile devam edecek WRC'den şimdilik bu kadar.

Red Bull Suicide

Çok hikayesi olacak, çok konuşulacak, tarihten bir çok sayfayı açacak özel bir yarış oldu Istanbul GP'si. Çok hızlı bir şekilde başlayalım.

Haftasonu başlarken herkes, Red Bull'ların açık ara önde olacağını söylüyordu ama Mclaren, onlarla rahat bir şekilde başedebildi. Hatta genele bakınca, bir takımın diğerinden daha hızlı olduğunu söyleyemeyiz. Ama hangi takımın pilotlarının daha mantıklı olduğu ortada ve bu yarıştaki bütün fark bundan ibaretti. Mark Webber'in mi Sebastian Vettel'in mi haklı olduğu çok önemli değil. Buraya kadar uyum içinde bir takım havası veren Red Bull, bundan sonra bir savaş alanına dönecektir. Webber-Vettel kazasından sonra kapışan Mclaren ise, burun farkıyla daha mantıklı olduklarını gösterdiler. Onlar da sonuna kadar savaştılar ve birbirlerine çarptılar ama göz karartıcı bir şekilde değil, fair-play'in tam sınırda bir savaştı bu. Fuji 2007'den bugüne gelen özel bir yazı gelecek yakında, bekleyin.

Herkes kendine yarışacak bir takım bulmuş gibiydi. Mclaren ile Red Bull farklı bir yarış yaptılar. Mercedes tek başına gibiydi. Hemen arkalarında Renault ile Ferrari kendi aralarında kapıştı. Onların arkasında Force India-Sauber çekişmesi vardı. En sonlarda da Toro Rosso-Willliams, Virgin-HRT yarışları vardı. Bolca lastik lastiğe çekişme yaşandı. Bunların en zevklilerinden biri de Alonso-Petrov çekişmesiydi. Alonso'nun galibiyetiyle sonuçlanan bu düelloda Petrov'un lastik patlatması ve puan alamaması, onun için çok iyi geçen bir haftasonunun üstüne düşen leke oldu. Yine de en hızlı turu yapmış olması, potansiyelini göstermesi açısından önemliydi.

Ferrari, tarihinin 800. yarışından çokça beklenti ve bomboş eller tadında hatıralarla ayrıldı. Ama bazen, kaybetmek, aslında kazanmaktır. En büyük rakiplerinin takım içi çatışmalarını onlar yaşamadı ve belki de en huzurlu ve yarışlara odaklı olanlar onlar. Yine de Alonso'nun dün Q2'de elenmesi, bugün de pitlere kadar Kobayashi'yi geçememesi büyük hayal kırıklığı. Aynı zamanda hızlı pistlerde Sauber'in ne kadar güçlü olduğunun da bir göstergesi bu.

Genelde televizyonlarda izleyemediğimiz yeni takımlar yarışını da, pistte olunca rahat rahat izledik. Lotus, çok açık ara daha hızlı diğer iki takımdan. Ama Trulli ve Kovalainen, aynı turda yarışdışı kaldılar. HRT de Virgin ile arayı ciddi kapatmış ve aynı tempoda aşık atabiliyorlar Richard Branson'ın takımıyla. Ama sonuçta yarışı bitirenler sadece Virgin'in araçlarıydı. Yani her 3 takımın da mutlu olabileceği bir nokta var.

Bunun üstüne bol bol yazı yazacağız zaten ama Red Bull'ların yaptıkları, bütün bir sezon içinde önemli bir kırılma noktası olacağa benziyor. Prost-Senna günlerinden beri böyle bir olay pek yaşanmamıştı, Alonso-Hamilton çekişmesi bile bir adım gerideydi bundan. Daha çok konuşacağız. Ayrıca F1.com'un Türkiye GP'si videosunu da çok merak ediyorum.

27 Mayıs 2010

Bridgestone ile Paddock Pass

Hatırlayacaksınız blog okurları, Pit Girişi olarak, sadece davetlilerin katıldığı WRC feribotuna binip sizlere çok özel röportajlarla gelmiştik. Geçen ayki arşivde röportajlar, bu adreste de fotoğrafları bulabilirsiniz.

Aynı şekilde bu cumartesi de Bridgestone'un davetlisi olarak Formula 1 Türkiye GP'sinin sıralama turlarına paddock pass ile gidiyoruz. Oradan yine sizlere çok özel fotoğraflar, yorumlar ve yapabilirsek röportajlarla geleceğiz.

F1 pilotlarına soracağınız sorular varsa bize iletin, elimizden geleni yapmaya çalışacağız (ama söz veremiyoruz).

F1'in Efsanevi 10 Virajı

Türkiye GP'si yaklaştıkça hepimizde heyecan artıyor tabi ki. F1.com'da 8. virajımız övülürken aklıma, daha önceki blogum Ezeli Ebedi'de 26 Ağustos 2009 tarihinde yayınladığım bir yazı geldi: F1'in Efsanevi 10 virajı. Sizlerle de tekrar paylaşmak istedim. Umarım hoşunuza gider.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Haftasonu malumunuz Valencia GP'si vardı. Barrichello'nun kazanması ve Mclaren'in pit stop rezaleti dışında inanılmaz bayık geçen yarış sırasında blog yazarınız kollarını kavuşturup uyudu maalesef. Valencia'dan önceki yarış da Macaristan GP'siydi. Hala takvimde olmasını sadece pist girişindeki Bernie Ecclestone heykeline bağlayabildiğim bu sıkıcı ve eski pistte de pek enteresan bir yarış olmamıştı, Hamilton'ın bu seneki ilk yarışını kazanması dışında. Tabi Massa olayını saymıyorum.

Ama ey F1 sever, gönlünü rahat tut. Çünkü sezonun bundan sonraki yarışları birbirinden güzel, tarihi ve enteresan yarışlar. Hele de bu hafta sonu koşulacak Spa-Francorchamps ve bir sonraki Monza pistleri.

Spa'yı Spa yapan şey, hızlı ve akıcı bir pist olması dışında turun başındaki Eau Rouge virajıdır. Her sene bütün pilotlar bir över, sever, methiyeler düzer. Işbu blog da buradan yola çıkarak, bir süredir ertelediği "F1'in Efsane 10 Virajı" yazısını yazmaya karar verdi. Buyrun boyunkıran, lastik patlatan, araç zıplatan, yürek hoplatan listemize:
1) Eau Rouge: Madem buradan ilham aldık buradan başlayalım. Belçika'nın Spa-Francorchamps pistinde aslında zaten bir çok ünlü viraj vardır, bir de artık aramızda olmayan Bus Stop Şikanı var ama onu sayamıyoruz. Yine de Eau Rouge hem bu pistin, hem de büyük ihtimalle bütün takvimin en heyecan verici virajı. Bir "drivers' favorite". Ilk viraj hengamesinden kurtulan pilotlar son gaz buraya geliyor, önce hafif sol, sonra da sağa doğru göğe fırlıyorlar deyim yerindeyse. Ciddi bir yokuş yukarı bu viraj, bir sürü pilot burayı çıkarken sadece gökyüzünü gördüklerini söylüyor ki 300 km ile giderken gökyüzünü görmek cennet kadar mükemmel veya cehennem kadar korkunç olabilir. Buraya flat-out çıkmak da tur zamanı için elzem. Ingilizce'den chicken translate yaparsak erkekleri oğlanlardan ayıran bu viraj/pist, aynı zamanda Schumacher'in ilk yarışını da kazandığı yer.

2) Curva Parabolica: Monza, Ferrari'nin ve onların fanları tifosilerin evi olmasıyla, çok çok hızlı (ve neredeyse virajsız) bir pist olmasıyla ve son virajı Parabolica ile bilinir. Ascari virajından buraya kadar tam gaz gelirsiniz, o zamana kadar yaptığınız mükemmel turu aynı şekilde bitirmek için bir Parabolica yeter. Ama işte sorun da orada. Bu uzun, 180 derecelik sağa virajın kilidi, onu doğru çizgide dönebilmek. Aslında tam bir bilgisayar oynu virajı, önce gazdan çok dönüşe abanırsın, sonralarında dönüşten çok gaza. Burayı iyi döndün mü tifosilerin sağır edici kornalarının arasında tam bir victory lap çıkarmış olabilirsin. Geçen sene Sebastian Vettel'in vaftiz edildiği yer diyelim buraya.

3) Melbourne Ilk Viraj: Biraz duygusal bir seçim aslında. Bütün yaz 4 gözle sezonun başlamasını bekleyen bizleri sabahın dik köründe televizyon karşısına diker Melbourne GP. Hani okula ilk başladığın gün, bahçede arkadaşlarla konuşmak gibi biraz. Ve bu pistin, seneler boyu ne kazalar görmüş ilk virajı. Kim çıkacak kim çıkamayacak diye iddiaya bile giriliyor. Ayrıca yukarıdaki resmi de akıllara kazıyan virajdır burası. Avustralya'nın bundan önceki pisti Adeledie'in iki uzun düzlük arasındaki virajını da unutmamak lazım. Hakkinen, o virajda ölümden dönmüştü 1995'te.

4) Istanbul 8. Viraj: Bakmayın Türk olduğumuza, bu viraj cidden F1 efsanelerinden biri oldu şimdiden. Sola doğru 4 tane virajı birleştiren ve 4 tane apex'i olan bu viraj, gerçekten pilotları ciddi zorluyor. Hamilton'ın 2 sene önce sağ ön lastiğinin patlaması, özellikle bu virajda oraya binen yüklerden dolayı. Zorluğu sırf lastiklere de değil, genelde sağ virajların domine ettiği F1'de boyunları en zorlayan sol viraj burası. Ayrıca 4 viraj boyunca da yarış çizgisini takip etmek ve flat-out gidebilmek yarım saniye kazandırır, yapılmazsa da kaybettirebilir. Hermann Tilke'nin elinden çıkan bu virajımız ile ne kadar övünsek az.
5) Maggots-Becketts-Chapel: Yarışların ana vatanı Ingiltere'de bundan sonra yarış olup olmayacağı veya nerede olacağı büyük bir tartışma konusu. Ama şu ana kadar Ingiltere GP'sine ev sahipliği yapan Silverstone'un ne kadar güzel bir pist olduğunu değiştirmez bunlar. Hele de turun başındaki Maggots-Becketts-Chapel bölümü. 250-290 km hızla sol-sağ-sol-sağ-sol formasyonunda devam ederken eğer araç içi kameradan izliyorsanız insanı aptal eden bir komplekstir burası. Işin en büyük sıkıntısı, bu kadar yüksek hızlarda alınırken ideal yarış çizgisinden çıkmak ya çok ciddi zaman ve hız kaybına ya bir çimen yolculuğuna ya da yarış dışı kalmanıza sebep verir. Rollercoaster'dan Horror Train'e dönüşebilir.
6) Wall of Champions: Kişisel favorilerimden burası. Ayrıca listemizde ad verilmeyen, adını kendi alan tek viraj. Şu an takvimde bulunmaması çok üzücü olan Montreal yarışının en son virajı, upuzun bir düzlüğün sonundaki fren katili. Maksimum sürat ile gelinen sağ-sol kombinasyonu, start-finiş düzlüğünün sağ duvarına santimetreler kala bitiyor ve yeni bir tura başlamaya yelken (veya gaz) açıyor pilotlar. Tabi Şampiyonlar Duvarı'nı geçebilenler. Hikaye süper: 1999 Kanada GP'sinde o sıralar yarışan eski Dünya Şampiyonları'nın hepsi (Damon Hill, Jacques Villeneuve ve Michael Schumacher) bu duvara çarpıp yarışdışı kalıyorlar. O günden bugüne oranın adı Şampiyonlar Duvarı. Curse of the Black Pearl gibi, şampiyonların uzak durması gereken bir mekan.

7) S do Senna: Listeye giren S virajları üçlemesinin ilki. Brezilya GP'sinin ilk virajı, adını çok doğal olarak Brezilyalı efsane pilot Ayrton Senna'dan alıyor. Interlagos, bizim pist gibi, saat yönünün tersine olan nadir pistlerden. Ve yine bizim gibi, sola doğru yokuş aşağı bir viraj ile başlıyor. Yarış içinde pilotlar, Indy pistleri gibi uzun, dönen ve yana doğru açılı son virajdan başlayarak burada Senna S'e ciddi hızlarla geliyorlar ve yarış içinde geçiş için en uygun yerlerden biri. Brezilya GP'si senenin genelde son yarışı olduğundan dolayı da heyecanı çok. O yüzden Senna S'e doğru yakın gelen iki pilot, ciddi kalp ritm yüksekliği yapan bir yerdir. Belki listedeki diğer virajlar kadar zaman kazandırmak veya kaybettirmez ama burası direk pozisyon kazandırır veya kaybettirir. Adı da ayrı bir sempati öğesi zaten. Buranın unutulmaz anlardan biri de 2001'de Juan Pablo Montoya'nın gözünü karartıp Michael Schumacher'in iç tarafına dalmasıdır hatta. Büyük Ayrton'u da buradan anmış olalım.
8) Fuji S Curves: S üçlemesinin ikincisi Japonya Fuji'den geliyor. Uzun ve sağa doğru giden ilk virajın sonundan lunaparkın da gözüktüğü Dunlop'a kadar uzanan bir yokuş aslında burası. Gran Turismo oynayan arkadaşlar buradan eminim çok çekmişlerdir. Hem yokuş yukarı hem 3 viraj olduğu için fren burada bir opsiyon değil. O yüzden gaz pedalını kral gibi kullanan burada uzayıp gidiyor. Kerbleri kullanmak da burayı hızlı geçmenin önemli bir noktası. Çok fazla aksiyon olmaz belki ama, motor zorlayıcı bir virajdır burası. Zor Fuji pistinin en sessiz ama iyi bir tur zamanı için en önemli virajlarından.
9) Castrol S: Üçlemenin sonuncusu Nürburgring'den. Niki Lauda'nın yandığı pist olarak ün yapan (ve o yarıştan sonra kapanan) aynı adlı efsane pistin günümüz versiyonu burası. Gran Turismo'da ilk defa oynamıştım eski versiyonunu, bitmek bilmeyen virajları, darlığı, kaçış alanı olmaması ve carousel'leri ile çok ciddi bir sabır ve dayanıklılık testiydi pistin eski versiyonu. Yenisi aslında bi boka da benzemiyor itiraf etmek gerekirse. Bir tek ilk viraj kompleksi hariç. Start-finişin sonunda yol bir anda sağa düşüyor resmen, yaklaşık 160 derece. Öyle bir dönüş ki devasa genişlikteki bu virajda hep birileri yoldan çıkıyor. Buraya tam giremeyen, 2. ve 3. virajlarda arkasındakiler tarafından çok pis avlanır ayrıca. Bir de yokuş aşağı frenlemesi var ki onu Kimi Raikkonen iyi bilir. 2005'te Alonso'nun önünde lider giderken son turun başlangıcında, patlamak üzere olan lastiği bu virajda patlamıştı ve şampiyonluk yarışında galibiyeti en yakın rakibine hediye etmişti.
10) Monaco: Buraya bir imtiyazlık vermemek doğru olmazdı. Formula 1 tarihinin baştacı pistte hangi viraj efsane değil ki? St Devote ile başlayan ve sırasıyla Massenet, Casino, Mirabeau, Hairpin, Portier, tünel çıkışındaki Chicanne, Tabac, Piscinne ve La Rascasse derken Anthony Noghes ile biten bir pist burası. Neresine ayrı bir önem vereyim, neresiyle ilgili hangi anıyı yazabilirim. Koskoca bir tarih yatıyor burada. En iyisi mi siz gidin f1.com adresine, oradan videolar bölümüne girip on-board kameralarından burayı izleyin. Tek bir tur izlerken kusuyordum, o adamlar 70 tur arka arkaya atıyor. Respect bro!

Eğer buraya kadar okuduysanız, size açık ve net teşekkür ediyorum. Virajları herhangi bir sıraya koymadım, hepsi birbirinden güzel ve özel. Bundan sonra Formula 1 ile ilgili yapmamı istediğiniz başka listeler varsa onları da yaparım, siz yorum bölümüne ekleyin. Haftasonu Spa'da görüşmek üzere.

26 Mayıs 2010

2012 Amerika GP'si ve Texas

Bernie, akıllı adam. Trendlerin kokusunu erkenden almak ve cesurca onları izlemek, çoğu insanda bulunmayacak bir özellik ve sürdürülebilir başarı için elzemdir. Para neredeyse, Bernie F1'i oraya götürüyor. Amerika, aslında keşfedilmiş bir kıta. Yani yeni pistlerin papatya gibi açıldığı bir Orta Doğu veya Uzak Doğu değil. Aynı zamanda, yarışan takımlarının çoğunun da en büyük pazarı. O yüzden Indianapolis'ten sonra F1'in oralardan uzun süre ayrı kalması düşünülemezdi. Ama Austin, Texas?

Hemen burada, başlamadan önce okunması gereken, konumuzla %100 alakalı bir yazıyı hatırlatmakta fayda var: Geçmiş Zaman Amerikan Pistleri. Boşuna yazmadık o kadar yazıyı...

Bir süredir Bernie ve sirkinin ABD'ye döneceği zaten konuşuluyordu. Hatta Bernie'nin kendisi, birden fazla kere, New York silüetli bir GP istediğini açık açık söylemişti. Yani bu, ya New York'un hemen dışında ya da New Jersey'de bir pist anlamına geliyordu; ki bu çok zor bir iş. Ancak Watkins Glen'e geri dönülebilirdi ama hiç bir zaman bu fikir, ciddileşmedi maalesef. Geçen hafta da NY'a 2 saat uzaklıktaki Catskill Dağlarının eteklerinde bir pist, kendisini bu role bürümek için elinden geleni yapmıştı. Ama bir anda torbadan Austin çıktı, hem de resmi olarak.

Peki Texas sınırları içinde yapılan son GP olan Phoenix'in, lokal devekuşu yarışları daha çok ilgi çektiği için iptal edildiği bir yerde ne kadar başarılı olabilir F1? Hele de NASCAR gibi oynu tek yönlü oynayan (sol-sol-sol...) insanların ülkesinde! Bunu zaman gösterecek. Ama yarışı düzenleyecek olan Full Throttle Ltd (isminde meymenet yok), işi ciddiye alıyor gibi. Sonuçta ilk defa ABD'de, sırf Formula 1 için bir pist inşaa edilecek. Ayrıca şimdiden Austin'in, Texas'ın geri kalanından ayrıldığı ve aslında salak bir yer olmadığını iddia edenler çıktı. Dediğim gibi zaman gösterecek bunları. Hatta yarışın gerçekten yapılıp yapılmayacağını da zaman gösterecek...

Peki bu durumda takvim ne olacak? Uzun zamandır yazmak istediğim bir konuydu, şimdi tam da zamanı aslında. Yukarıda da yazdığım gibi, Bernie'nin yarışları hangi ülkeye götüreceğini bazı kriterler belirliyor. Bunların neredeyse hepsinin arkasında da para var aslında. Amerika, çok büyük harcama potansiyeli olan ama hiç bir zaman tam olarak F1'e yönelmemiş bir pazar. Bir yandan takvime girecek Hindistan var. Artık onların da kendi takımları ve pilotları var. Ayrıca milyar ile ifade edilen nüfusu ile, ciddi bir gelir kaynağı olabilir F1 için. Bernie de tabi ki bu fırsatı kaçırmıyor. Bir yandan Rusya'nın ciddi baskısı var bir yarış kapabilmek için. Vitaly Petrov, Renault ile sözleşme imzaladığı an demişti "umarım bu Rusya GP'si için ilk adım olur" diye.

Bunun dışında bir Roma GP'si dedikodusu uzun zamandır almış başını gidiyor. Yapılması çok zor ama Valencia bile bir sokak yarışı aldıysa Roma niye almasın? Tabi bu Italya'da iki yarış anlamına gelir, F1'in Ingiltere lobisi de buna pek sıcak bakmaz. Belki Valencia takvimden çıkartılıp Avrupa GP'si adı altında Roma'da yarış yapılabilir, ki en mantıklı seçenek bu gibi duruyor.

Orta Doğu, Bahreyn-Abu Dhabi ikilisinin yanına bir yarış daha koymak isteyebilir ama Bahreyn bile bu kadar sıkıcıyken bu planın bir süre daha rafta kalacağını tahmin ediyorum. Aynı zamanda Doğu Asya da Çin-Japonya-Malezya-Singapur-Kore ile başlı başına bir seri çıkartacak neredeyse. Bunlara eklenebilecek bir ülke göremiyorum yakın gelecekte.

Peki bu kadar yeni pist ve pist adaylarından bahsettik ama halihazırdaki takvimin doluluğundan dert yanıldığını düşünürsek, bir çok yarışın da aynı şekilde takvimden çıkması lazım. Bahreyn ciddi bir aday bu konuda, Valencia da. Iki yarış da sıkıcı geçmeye aday. Bahreyn'i, elindeki para potansiyeli de kurtarmayacak gibi. Ayrıca bu iki pist de F1 fanları tarafından hiç sevilmiyor. Bir de gönül, Macaristan GP'sinin, arkasına bakmaksızın takvimden gitmesini istiyor ama bu yağcılıkla o biraz zor maalesef.

Bir de Türkiye GP'si var. Üzülerek söylüyorum ki, bizim yarış, feda edilecekler listesinin en tepelerinde dolaşıyor. Çünkü ciddi bir potansiyeli yok, eskisi gibi turistler akın etmiyor, yarışlar çok heyecanlı geçmiyor, seyirci ilgisi yok denecek kadar az (bu sene değişecek diye umuyoruz) ve kimse ciddi bir çözüm üretmiyor. Bernie de bunların hepsinin farkında. Evet, 8. virajımız gerçekten şahane. Ama bir viraj için mi pist tutulacak? Pilotlar seviyor diye Bernie, bizi her sene takvime dahil etmeyecek tabi ki. Nasıl Spa'yı bile bir kalemde siliveriyorsa, Türkiye'yi de siler ve 2 saniye sonra hatırlamaz.

Yani Amerika GP'si haberleri, aslında alttan alta bizi çok ilgilendiriyor. Ülkemden F1'in gitmesini istemiyorum ama onu burada tutmak için çok fazla çaba sarfetmemiz gerekiyor. Başarabileceğimiz konusunda da karamsarım kusura bakmayın.

Not: Bu post, 100. post olarak blogun tarihine geçiyor. Gelen, okuyan, fikrini beyan eden, takip eden, yarışmaya katılan herkese çok teşekkürler.

Monaco'nun Küçük Prensleri: Part 2, Modern Era


Monaco 1982'yi Ricardo Patrese kazandıktan sonra, şampiyon olamayan pilotlar için kabus gibi bir dönem başladı. Keke Rosberg'in ardından Prost ve Senna, ardından da Schumacher, üstünlüklerini hem Krallık'ın sokaklarında, hem de şampiyonluk yarışlarında kanıtladılar. Ta ki hiç beklenmeyen biri, bu 14 yıllık hasreti dindirene kadar. Sırada F1'in modern çağında Monaco'yu kazanıp şampiyon olamayanlar var:

Olivier Panis: Trintignant ve Beltoise gibi Olivier Panis de kariyerinin tek galibiyetini Monaco'da alacaktı. 1996 yarışına 14.lükten başlayan Fransız, yağmurlu Monaco sokaklarında önündeki kazaların ve Irvine'ı geçişinin sayesinde mucizevi sayılabilecek bir galibiyet elde etti. Bu arada 3 aracın yarışı bitirebilmesiyle, herkesin podyuma çıktığını da buraya not edelim. 2004'e kadar yarışan Panis'in, kariyerinde başka bir başarısı olmasa da, en azından soyadıyla dalga geçenlere gösterebileceği bir Monaco kupası var.

David Coulthard: Kare çeneli Ingiliz'in kaderi, genel olarak Rubens Barrichello ile fazla benzerlik gösterir. Hep ikinci adamlık, uzun partnerlikler ve bir türlü gerçekleşmeyen potansiyeller. Belki de aralarındaki en büyük fark, DC'nin iki kez Monaco kazanmış olması ve Rubens'in buna karşılık verememesi. Hem 2000 hem 2002 yarışını kazanarak modern çağda birden fazla Monaco kazanıp şampiyon olamayan tek kişi olan DC, Red Bull'a ilk podyumlarını 2006 Monaco'da getirerek hem kazanmak kadar büyük bir iş yapmıştı hem de takım patronu Christian Horner'ın Superman peleriniyle havuza atlamasını sağlamıştı.

Juan Pablo Montoya: 1980'lerin başı gibi 2002-2003-2004 sezonları da şampiyon olamayanlar için keyifli zamanlardı. 2002'de DC'nin galibiyetinden sonra, 2003'te çılgın Kolombiyalı JPM, Monaco sokaklarında bir Williams zaferi yaşamıştı. Hem de o senenin iki şampiyonluk adayı Raikkonen ve Schumacher'in önünde. O sezonun geri kalanı JPM için iyi gitmemiş ve sezonun ortasında 2005 için Mclaren ile anlaştığını açıklamıştı. Deli diye boşuna demiyorlar.

Jarno Trulli: Renault'nun yıldız pilotu Alonso'dan beklenen Monaco galibiyeti, 2004 yılında Jarno Trulli tarafından gelmişti. Her zaman sıralama turlarında coşan ama bir türlü bunu yarış galibiyetine çeviremeyen Trulli'nin, geçişin çok zor olduğu ve sıralamanın neredeyse yarış sonucunu belirlediği Monaco'da kariyerinin tek zaferini alması ise aslında beklenen bir şeydi. Yani Trulli, bir galibiyet alacaksa bu, Monaco'da olmalıydı. Tabi burada, güvenlik aracı periyodu sırasında Schumacher'e arkadan koyan JPM'in payı da yok değil. Eğer bu yarışı Trulli değil de Schumacher kazansaydı, sezonun ilk 13 yarışını arka arkaya kazanarak ulaşılması imkansız bir rekor elde edecekti Alman. Bu yüzden de Jarno'ya teşekkür edilebilir sadece.

Trulli, şu an itibariyle Monaco kazanıp şampiyon olamayan son pilot. O günden beri kazanan Raikkonen, Alonso, Hamilton ve Button, aynı sene olmasa da kariyerlerini şampiyonluk ile süslemeyi başardılar. Bu sene kazanan Webber de henüz bu konuda günyüzü görebilmiş değil. Ama şu anda takım arkadaşı Vettel ile aynı puanda ve lider konumda. Sene sonunda hangi gruba gireceğini de beraber göreceğiz.

Yarışma: Türkiye GP

Evet, o gün geldi çattı. Sonunda yarışmamızın en tanıdık, en bildik, en bizden ayağına dair tahminlerini alıcaz sizlerden.

Hemen kendi tahminlerim ile başlayayım.

Pol: Vettel
Galibiyet: Vettel
Podyum: Vettel-Button-Alonso
En hızlı tur: Webber

Yarışmamızın Monaco sonrası halini bu linkten görebilirsiniz. Bir kez daha hatırlatalım ki, bu yarışmanın sonunda kazanan, seneye bu zamanlar bizden bir bilet alacak ve Türkiye GP'sini Istanbul Park'ta yerinden izleyecek.

Not: Bu arada bana biletim bugün geldi, gerçekten çok havalı biletler.

25 Mayıs 2010

Monaco'nun Küçük Prensleri: Part 1, Eskiler

Monaco GP'si, sırf F1'in değil, motorsporları dünyasının tamamının en önemli yarışlarından biridir her zaman. En klasik deyiş ile, dünyanın en önemli 3 motorsporları yarışından biridir, Le Mans 24 Saat ve Indy 500 ile beraber.

Ufak krallıkta yapılan bu yarış, her zaman büyük sürücülerin yarışı olarak da bilinir. Dünyanın en iyi sürücüleri, bu yarışı bir veya birden çok kez kazanmış, rüşdlerini ispat etmişlerdir. Fakat her zaman kazın ayağı böyle olmamış tabi. Bir de Monaco'yu kazanmasına rağmen şampiyon olamayan pilotlar var. Son kazanan Mark Webber'i saymıyoruz, ondan önce istatistikleri verelim: Monaco galipleri arasında 16 şampiyon, 13 şampiyonluk göremeyen pilot var. Şampiyon pilotlar toplamda 38 kez Prens ile el sıkışmışken, şampiyonluk göremeyenler bu şerefe sadece 17 kere nail olmuşlar. Monaco'nun en başarılı pilotu 5'i arka arkaya olmak üzere 6 galibiyet ile efsanevi Ayrton Senna, hemen arkasında 5'er galibiyet ile Graham Hill ve Schumacher var. Şampiyonluk yaşamadan en fazla Monaco zaferi tadan kişi ise 3 kere ile Stirling Moss.

Dar ve virajlı yollarda zafer tadan ama kariyerinde şampiyonluk görememiş pilotlara bakalım şimdi de:

Maurice Trintignant: 1955 ve 1958'deki yarışların galibi Fransız, şampiyonluk kazanamamasına rağmen birden çok Monaco zaferi olan 3 pilottan biri (diğer ikisi Stirling Moss ve David Coulthard) ve bunların arasındaki tek Ingiliz olmayanı. Hatta daha da ilginç bir istatistik, kariyer toplamındaki iki galibiyetin de Monaco'da gelmiş olması. Yarış kariyerinden sonra şarap üreticiliğine geçen Trintignant (Jarno Trulli'nin de aynı yolun yolcusu olduğunu hatırlatalım), daha sonra üzüm bağlarının olduğu yerin valisi de olmuş biri.

Stirling Moss: Muhtemelen şampiyon olamamış pilotlar arasındaki en başarılı kişi olan Moss, Monaco'yu 1956, 1960 ve 1961'de kazanarak bu ünvanını adeta pekiştirmiş. Sir Stirling'i bu kısa satırlarda anlatmak anlamsız, ama Monaco dışında Nürburgring, Pescara, Mille Miglia gibi çok uzun ve zorlu yarışlardaki üstünlüğünü, ralliyi de denemiş olmasını ve Goodwood'62 sırasında yaptığı kaza ile altı ay komada kaldığını not düşelim buralara.

Bruce Mclaren: Stirling Moss'un komada olduğu sırada bir başka efsanevi pilot Monaco'yu kazanacaktı, o da şu anki Mclaren takımını yaratan kişi, Yeni Zelandalı Bruce Mclaren'di. Jack Brabham tarafından keşfedilen genç, 1960 sezonunda onun arkasında 2. olacaktı. Can-Am serilerini de kendi ürettiği araçlarla domine eden, aynı zamanda Mclaren takımının ilk galibiyetini de kendi alan Mclaren, 32 yaşında Goodwood'da yaptığı kazada hayata çok erken veda etti.

Jean-Pierre Beltoise: Formula 1 kariyerinin hemen hemen tamamını Matra ile geçiren Fransız, bu kariyerdeki tek galibiyetini de yağmur altında koşulan Monaco'72 yarışında, ikinci olan Jacky Ickx hariç herkese tur bindirerek sansasyonel bir şekilde kazanmış. Ama bunu Matra'dan BRM'e geçtiği sezonda yapması da bir bakıma şanssızlık olmuş. Başka büyük bir başarı kazanmadan 1974'te emekliye ayrılan bir Fransız'ı, bir başka Fransız, Olivier Panis, 24 sene birebir kopyalayacak.

Ronnie Peterson: Monaco 1974'ü, F1'in en sevilen ve muhtemelen en hızlı pilotlarından Isveçli Ronnie Peterson'un kazanması kimse için sürpriz değildi tabi. Lotus'u ile dar sokaklarda zaferi elde eden Peterson, belki kariyerinde Prens ile bir kaç kez daha karşılabilirdi. Ama Monza 78'deki kazasının ardından kırılan bacağından bir kemik parçasının kanına karışması ile F1'in en dramatik vefatlarından biri onu, Bruce Mclaren gibi, fazlasıyla erken aramızdan ayırdı.

Patrick Depailler: Fransız pilotların Monaco'yu kazanıp şampiyonluk kazanamama alışkanlığının bir devamı Depailler. Kariyerindeki iki galibiyetin ilkini Tyrell ile Monaco'da alan Depailler, sene sonunda Ligier'e, 1980'de de Alfa Romeo'ya geçiş yaptı. Aynı sene de Nürburgring'de yaptığı antreman kazasında hayatını kaybetti.

Carlos Reutermann: F1'in modern çağından önce şampiyon olamayanların Monaco'daki son saltanatı, 1980'deki Reutermann galibiyeti ile başladı. Peterson'un ölümünden sonra Ferrari'den Lotus'a geçen Reutermann, oradan da Williams'a geçmiş ve o seneki tek galibiyetini Monaco'da almıştı. F1 kariyerinden sonra politikaya merak saran Arjantinli, en son 2011 seçimlerinde Arjantin devlet başkanlığına oynacağını açıkladı. Daha da ilginci, bir sürü insan başkan olabileceğini de iddia ediyor. Herkes Ari Vatanen gibi değil demek ki.

Gilles Villeneuve: Kanada'nın medari iftiharı Gilles de, listedeki bir sürü başka pilot gibi pistte hayatını (oldukça erkenden) kaybedenlerden. 1979 şampiyonluğunu takım emirleri ile Jody Scheckter'e verse de en azından 1981'de Monaco'yu kazanmıştı. Hem de çok güçlü ama yol tutuşu düşük ve sürmesi çok zor Ferrari'si ile. Sonradan oğlu Jacques, Monaco'yu kazanamasa da şampiyon olarak efsane soyada en büyük kupayı getirmiş oldu.

Ricardo Patrese: Barrichello'dan önce F1'de en çok yarışa başlayan isim olan Italyan pilotun ilk yarış galibiyeti, Monaco 82'de, fazlasıyla şanslı bir şekilde gelmişti. Ilk önce lider De Cesaris'in, ardından yeni lider Pironi'nin benzinleri son tur içinde bitince, o tura 3. başlayan Patrese, bir anda yarışı kazanmıştı. Bundan sonra 11 sezon daha yarışsa da hiç bir zaman şampiyonluk göremeyen Patrese, aynı zamanda modern era'dan önce Monaco'yu kazanıp şampiyon olamayan son pilot oldu.

Reutermann, Villenueve ve Patrese'nin 3 sene üstüste kazanmasıyla Monaco'da şampiyon olamayanların egemenliği yaşandı 80'lerin başında. Ama sonrasında şampiyonlar, oldukça ağır bir şekilde rövanşı aldılar. 1996'de Olivier Panis'in kazandığı yarışa kadar geçen 14 senede Monaco'yu kazanan her pilot, şampiyonluğu da kazandı. Modern zamana ise bundan sonraki postta gireceğiz.

22 Mayıs 2010

Lenovo ile F1 İstanbul'a Bilet Kazanma Şansı











Aşağıdaki bannerı izle,

soruları yanıtla,

F1-İstanbul'a biletini kazan!








21 Mayıs 2010

Yarışma: Monaco Sonrası

Oldukça zevkli, kazalı, 5 güvenlik aracı periyodlu bir Monaco GP'sini geride bıraktık. Yarıştan önce herkes Red Bull'ları favori gösteriyordu, onlar da pek yanılttılar denilemez. Webber, Ispanya'da gösterdiği mükemmel formu devam ettirdi, Seb de ikinci olarak, kendisinin ve takımının şakası olmadığını ortaya koydu. Kubica ise, ne kadar yetenekli olduğunu, iyi bir araç ile nasıl şampiyonluk adayı olacağını adeta bağırdı.

Onlar bu kadar başarılıydı, peki bizler? Biz baya çuvalladık aslında. Hatta şöyle ki, bu hafta puan çıkarabilen bir tek ben varım :) Hatta, Vettel yazdığım yerlere Webber, Webber yazdığım yerlere Vettel yazsaydım, full'e yakın puan çıkarıyordum.

Mali Selışık: 16+0=16
Sinan Kolat: 10+2=12
Sukullacı: 7+0=7
Obiyah: 3+0=3
Sportman: 1+0=1
Yağmur-Mehmet: 1+0=1
TG: 1+0=1

Sıradaki yarışı biliyoruz, heyecanlanıyoruz, pile çekiyoruz, yarışması haftaya. Pit Girişi blog olarak, sizlere yine çok özel sürprizlerimiz olacak (olması için çalışıyoruz diyelim).

17 Mayıs 2010

Red Bull Swimtag



David Coulthard'ın, Red Bull'un ilk podyumunu kazanıp Christian Horner'ı havuza atmasıyla başlayan gelenek, Webber'in galibiyetiyle devam ediyor. Şahane resimler var, ESPN'in sayfasından bunlara bakılabilir. Red Bull gerçekten eğlenmeyi biliyor.

Flying Oz-man

Mark Webber'in Monaco zaferi, enteresan bir dominasyon olarak çarptı bana. Formula 1 tarihinde, bir şekilde pilotların/takımların domine ettiği dönemler oluyor hep. Ters kronolojik bakarsak Button ve Brawn'ın dönemi, Schumacher ve Ferrari yılları geliyor akla ilk.

Red Bull'un bu seneki performans avantajı, tam anlamıyla skor tabelasına yansımadı şu an iki şampiyonada lider olsalar da. Çünkü, eğer yansıyacak olsaydı, arayı ciddi açmış olmaları gerekirdi. Herşeyi bırak 6da 6 pol pozisyonu kazandılar. Ama Webber'in ikidir kazandığı yarışlar, aracın dominasyonundan çok, sakin ve çok hızlı sürüşlerin getirdiği bir şey. Bunu, yine şampiyonluk adayı takım arkadaşını geçişinden anlayabiliriz. Michael Schumacher ve Barrichello'nun arasında böyle bir karşılaştırma yoktu, Michael her zaman patron ve 1 numaraydı. Ama Red Bull'da iki şampiyonluk adayı birden var ve birbirlerine olan hızları, karşılaştırmaya çok müsait.

Webber, hem Barcelona'da hem de Monaco'da polden yarışı rahat bir şekilde kazandı. Geçişin zor olduğu bu pistlerde kesinlikle bundan yardım almadı üstelik. Dün, 5 kez güvenlik aracı girip açtığı farklar kapansa da yine, yeniden farkı açmasını bildi. Gerçekten ayağa kalkıp alkışlamanın zamanıdır.

Bir alkış da Kubica'ya. Araçlarının performansları arasındaki farkın kapandığı ve pilotajın öneminin arttığı Monaco'da, Leh sürücü gösterdi ki altında ciddi bir araçla şampiyonluğa rahat oynar. Ferrari, Webber hakkında çıkan dedikoduları yasaklasa da Kubica dedikodularına dur diyemez bundan sonra.

Tabi yarışın en ilginç olaylarından biri Schumacher'in son virajda Alonso'yu geçmesi ve sonrasında aldığı ceza. Serhan Acar, kendi sitesinde çok güzel açıklamış olayı, buradan bakabilirsiniz. Üstüne fazla birşey eklemeye gerek yok. Ama pist üstünde Schumacher'in Rosberg'i geçtiği, ve bunu, Rosberg'in sevdiği kısa dingil mesafeli şaside yaptığını unutmamak lazım. Bir dev, yeniden uyanıyor mu?

Yılın en beklenen yarışı Monaco GP, gerçekten güzel geçti. Williams'ların Güvenlik Aracı gerektirecek kazaları, Barrichello'nun direksiyonu fırlatması, Karun Chandok ile Jarno Trulli'nin üstüste çıkmaları, Alonso'nun cesur geçişleri, Webber'in kusursuz sürüşü ve çıkan rögar kapakları... Şimdi ise sırada bizim yarış var, heyecan doruk noktada. Biletix yollasın biletimizi de havaya girelim.

Bir de soru ile bitirelim yazıyı: Bu seneki kurallar, yarışları hakkaten sıkıcı kılıyor mu?

12 Mayıs 2010

Yeni Zelanda Rallisi ve Sonrası

Anneler günü, Barcelona GP'si derken aslında çok da güzel geçen bir Yeni Zelanda Rallisi'ni atlamış oluyorduk neredeyse. Loeb'ün klasman liderliği yüzünden ikinci başladığı yarışta, kendisinin de itiraf ettiği gibi kazanması çok zordu. Çünkü yolları süpürdüğü ilk gün kuru, diğer iki gün yağışlı ve tozsuz olacağından dolayı, ilk gün kaybettiği zamanı diğer günlerde toplaması son derece zor olacaktı. Cuma günü, bir köprü üstünden geçerken yaptığı kaza ile de az olan şansını sıfırladı. Elde ettiği üçüncülük ise inanılmaz bir cumartesi gününün hakedilmiş bir ödülü.

Ama şahsen ben Hirvonen'in bu sebeple daha bir asılacağını, kazanmaya yakın olacağını düşünüyordum. Tam tersine, WRC'nin iki genç yıldızı Yeni Zelanda'da sahneye çıktı: Citroen Junior Team pilotu Ogier ile Ford'un ikinci pilotu Latvala. Ogier, ilk WRC galibiyetini almaya 3 viraj uzaktayken attığı spin ile Latvala'ya kariyerindeki 3. galibiyeti getirmiş oldu. Fransız eminim kafasını duvarlara vuruyordur ama içinde bulunduğu gelişim süreci, seneye onu Citroen fabrika takımına götürecek gibi gözüküyor. Hatta bu, açık açık konuşuluyor da. Sezonun şu ana kadarki kısmında Citroen'in ikinci pilotu Sordo'yu rahatlıkla geçti zaten.

Latvala ise fabrika takımında olarak kendini zaten kanıtlamıştı. Pit Girişi Özel Latvala röportajında da takım liderliği konusunu kendisiyle konuşmuştuk. Yeni Zelanda'da ise bu adımda ciddi adımlar atmış gözüktü. Zira önemli olan buradaki galibiyet değil, o galibiyeti nasıl elde ettiğiydi. Daha önce saatli bomba gibi süren, çok hızlı ama bol kazalı performanslar sergileyen genç Fin, dersini iyi çalışmışa benziyor çünkü bu sefer, hiç bir etap galibiyeti olmadan, hızın aksine istikrarlı ve sabırlı bir şekilde sürerek, baskı yiyerek değil baskı kurarak yarışı kazandı ve belki de Malcolm Wilson'ın görmek istediği buydu. Kendisindeki yetenek çok fazla, ama kontrolsüz güç güç değildir!

Peki Hirvonen? Sene başında çok iddialıydı. Gazı kökleyeceğini, Loeb'ü bu sene geçeceğini, cesur olacağını söylüyordu. Ama şu anda hem Loeb'ün hem de takım arkadaşı Latvala'nın arkasında kaldı. Isveç Rallisi'ni kazandıktan sonra hiç bir rallide ciddi bir tehlike olamadı. Koltuğu ne bu sene, ne de 2011 için tehlike gibi gözüküyor ama ciddi bir form düşüklüğü yaşadığı açık. Eğer çok yakın zamanda toplanıp Latvala ile beraber Loeb'e karşı dominasyon kurmazlarsa, Fransız efsane bu sene çok daha rahat şampiyon olabilir. Sezonun asfalt rallilerinin daha başlamadığını da hatırlatmak gerek bu noktada.

Bir yandan da Yeni Zelanda'da 75. galibiyetini alan Ford, Lancia'nın 74 yarışlık rekorunu kırarak ralli tarihinin en çok yarış kazanan takımı oldu. Ford'u tebrik eder, Lancia'yı buradan hasretle anarız.

Kısacası Loeb ve Hirvonen çekişmesinin ardından ciddi bir ikili daha geliyor. Kendi takımıyle eski günlerine dönen Petter Solberg'i de katarsak yakında yarışlarda beşli çekişmeler bizi bekliyor olacak heralde.

Yarışma: Monaco GP

Aslında bu hafta, WRC ile ilgili çok güzel yazılar yazmayı planlıyordum ama meşguliyetim, blogu bırakın kendime zamana ayıramayacak durumda olunca bunları ertelemek durumunda kaldım. Bari konu başlıkları vereyim yazık olmasınlar.

Bir kere Jari Matti Latvala'nın Sebastian Ogier'i Yeni Zelanda rallisinin son 3 virajında geçmesi, son derece nefes kesiciydi. Bununla beraber dikkatimi çeken konular Hirvonen'in Ford takımındaki liderliğinin üstündeki soru işaretleri, Ford'un Lancia'yı geçerek ralli tarihinin en başarılı takımı ünvanını alması ve Ogier ile Latvala'nın çıkışları oldu. 3 farklı, 3 güzel yazı yazmayı planlıyorum.

Tabi bir yandan da Avrupa sezonuna Barselona'da hızlı bir başlangıç yapan Formula 1 camiası, hiç ara vermeden Monaco'ya geçiyor bu haftasonu. Yılın en beklenen, en coşkulu, F1 takviminin tacındaki elmas Monaco. Tarihi, galipleri de uzun uzun yazılası, irdelenesi şeyler. Vaktim hala yok maalesef. Ama tahminim var bu haftasonu ile ilgili.

Pol Pozisyonu: Vettel (geçen hafta hayal kırıklığı yaratsa da bu haftasonu geri alır)
Galip: Vettel
Podyum: Vettel-Webber-Alonso
En hızlı tur: Webber

Eminim bu hafta tahminler yine Red Bull ağırlıklı olacaktır, zaten rakip takımlar bile Red Bull karşısında küçük dillerini yutmuş durumdalar. Bunu açık açık da ortaya koyuyorlar. Sıra sizde, bakalım sizin tahminleriniz ne olacak?

Not: Dün Türkiye GP'si için biletimi aldım. Biletix'ler açık alan hariç biletleri basmıyor ve adrese yolluyor, yani zorunlu olarak da benden 35 TL sırf kurye parası aldı. O kadar parayı bilete veren adama koymaz mantığı hakim heralde, o kadar para aldık kurye de bizden olsun diyeceklerine. Gerçekten büyük rezalet!

10 Mayıs 2010

Yarışma: Katalunya Sonrası

Avrupa sezonu başlarken kimse Red Bull'ların bu kadar hızlı olacağını ve arayı açacaklarını beklemiyordu. Bu blogdaki tahminlerde de Alonso'ya inananlar çoğunluktaydı. Red Bull galibiyetinde bile Vettel'e daha çok şans tanınıyordu. Ama Webber hepimizi ters köşeye yatırdı ve bu haftaki puanlar baya sınırlı kaldı. Sukullacı, bu kısır haftada arayı bir puan da olsa kapatmayı bildi.

Mali Selışık: 14+2=16
Sinan Kolat: 8+2=10
Sukullacı: 4+3=7
Obiyah: 1+2=3
Sportman: 1+0=1
Yağmur-Mehmet: 1+0=1
T.G: 0+0=0

Şimdiden Monaco tahminlerini görür gibiyim, acaba Webber mi Vettel mi soruları kafada dönecek herkeste. Bu hafta çarşambaya kadar size düşünme vakti...

Webber, Si!

Anneler günü ve Yeni Zelanda Rallisi ile çakışan Katalunya GP'sini canlı izleyemedim. Bir de Digitürk, sessiz ve durarak kaydederek beni iyice sekteye vurdurmuş oldu. Yine de bir şeyler yakaladım yarıştan.

En belirgin olanı Webber'di. Polden sonra sadece ilk virajda zorlandı, geri kalanında kafası rahat bir yarış oldu Avustralyalı için. Ayrıca Red Bull'un hem hızda hem de geliştirme hızında diğer takımlardan bir adım önde olduğunu gördük. Fark kapanacağına açılmış ve bundan sonra rakiplerinin fazla fazla çalışması gerekecek belli ki. Ama Vettel, Red Bull'un hala teknik dayanıklılık konusunda mükemmel olmadığını, bu hızlı aracın bile bir aşil tendonunun olduğunu hatırlattı. Yine de 3. olması ise bambaşka bir başarı.

Ferrari'lerin son derece silik olduğu haftasonunda, Alonso, takım liderliğini pekiştirirken, bir yandan da Massa, kendisini Italyan takımında tutacak formdan bir adım daha uzaklaştı. Önünde kapışan Button-Schumacher'e bir türlü yaklaşamayarak tifosileri hayal kırıklığına uğrattı. Kubica-Ferrari flörtü, şimdiden gazetelerde yeterince yer buluyor.

Mclaren ise günün şanssızı idi. Hamilton'ın son turda lastik patlatması, akıllara aynı pistte Kovalainen'in lastiğinin sönüp duvara girmesini hatırlattı. Lewis'in bu sene pek şanslı olduğu söylenemez. Button'ı ise Schumacher'siz anmak olmaz bu yarışta; sadece birbirlerini gördü iki pilot. Ve hatta Schumacher, bu yarışın en iyi sürüşünü yaptı. Kendisinden açıkça daha hızlı Button'ı, tur üstüne tur arkasında tutmayı başarmak, eski Schumacher'e yavaş yavaş dönmenin sinyalleri olabilir.

Günün bir başka başarılı sürüşü ise Alguersuari'den geldi. Genç Ispanyol, ciddi geçiş hamleleri yaptı, bir pitten geçiş cezası almasına rağmen son puana tutundu. Eğer o cezayı almamış olsa ne olurdu diye sormadan edemiyor insan. Barrichello kadar fazla sıra çıkmasa da, Jaime'nin bir üst kademe bir takımda yer bulması gerekiyor.

Hızlı izlediğimden mi bilemiyorum ama sezonun Bahreyn'den sonraki ilk normal yarışı, hiç de fena değildi sanki. Güzel çekişmeler, şans/şanssızlık, pitstoplarda geçişler; hepsi vardı ve sonucunu merak ettirdi. Demek ki yağmur olmadan da yarışlar fena geçmeyebiliyormuş. Haftaya Monaco var, çok sıkıcı veya inanılmaz heyecanlı geçebilir. Sonra da Türkiye GP!! Işte şimdi F1 sezonu hız almaya başladı yavaş yavaş!

Related Posts with Thumbnails